Reşat Nuri Güntekin (1889-1956) Darülfünun Edebiyat Şubesi’ni 1912’de
bitirdikten sonra Bursa Sultanisi orta
kısmına Fransızca öğretmeni olarak
atanır. Daha sonra öğretmenliğini
İstanbul’da sürdüren Güntekin, Bursa
anılarına yaslanan “Harabelerin Çiçeği” romanını 1918’de bir gazetede
Cemil Nimet takma adıyla yayımlar.
Bursa’da bulunduğu sırada daha çok
tiyatro üzerine düşünmek ve yazmak
azmi taşıyan Güntekin yine Bursa
gözlemlerinden izler de taşıyan “Çalıkuşu” romanını da ilkin “İstanbul
Kızı” adı altında dört perdelik bir
tiyatro oyunu olarak yazar ve Darül- bedayi’ye teslim eder. Oyunu kabul
edilmeyince metni roman olarak
yeniden düzenleyerek “Çalıkuşu” adı
altında 1922’de yayımlar. “Çalıkuşu”
romanı Türk edebiyatının en çok
okunan ve sevilen eserlerinden biri
olarak günümüze kadar ilgi görür.
ÇALIKUŞU ROMANINDAN ALINTILAR...
"Çok sevmek yetmez; mühim olan güzel sevmek.’’
Adam sen de! İnsanı en yakın akrabaları kalpsizce vurduktan sonra yabancılar vurmuş ne çıkar? Ben o Zeyniler'de de mesut olmasını bileceğim. Gönüller şen olsun!
Peki Munise dedim, baban sana acımıyor mu? Cahilliğime acır gibi, derin derin yüzüme bakıp gülümseyerek:
-O bana acıyor, ben de ona acıyorum, dedi. İkimizin de elimizde bir şey yok ki...
Bu sözleri söylerken, öyle bir göğüs geçirmesi, iki elini açarak bu minimini avuçlarındaki çaresizliği, öyle bir göstermesi vardı ki yüreğimi eritti.
İşte üç sene evvel bir sonbahar akşamıyla beraber ölen genç kızlık rüyalarım, kendi küçüklerim, sonra Munise, onun arkasından belki kalbimin öksüzlüğünü avuturlar diye ümit ettiğim talebelerim. Yavrularını tehlikede gören bir ana kuş hırçınlığıyla üstlerine titrediğim bu şeyler, sonbahar yaprakları gibi birer birer sararıyor, dökülüyor.
Ah, şu çocuk gözlerindeki minnet! Dünyada, bir parça iyilik edebilmekten daha güzel bir şey olmuyor. (Ah be Münise Fırtına içinde viran Bir gemi teknesi gibi sallanan bu sefil ve karanlık oda, ocağın kızıl akisleri içinde birdenbire öyle munis ve mesut bir yuva olmuştu ki...O küçük yüreğinde ne acılar taşıyorsun. )
Osmanlı Müellifleri’nde Bursa’da medfun Bahri Dede’nin bir beyit yazarak Hayâlî’ye
verdiği ve Hayâlî’nin bu beyti matla yaparak bir gazel yazdığı bilgisi kayıtlıdır (Saraç, 2016,
s. 586-587). Eserde tamamı kayda geçen bu gazel, Hayâlî’nin meşhur “bilmezler” redifli
gazelidir. Hayâlî’nin “bilmezler” redifli gazeli muasırı ve muakkibi şairlerce çok beğenilmiş ve zemin şiir olarak kabul edilip kendisine nazireler yazılmıştır. Söz konusu
gazel şöyledir:
“Hapishane penceresinden, yığın yığın yeşillikler arasından Bursa’nın beyazlıkları ve
Keşiş’in dumanlara karışan etekleri görünüyor. Ben seni düşünüyorum. Senin çocukluğun bu yeşillikler arasında, bu kocaman,
karlı dağın yamacında geçmiş. Ne tuhaf
değil mi? Senin en güzel günlerinin geçtiği
bu gök altında benim şimdi, benim bir türlü
bitmek bilmeyen saatlarım uzayıp gidiyor.
Sen gittin gideli hapishane kapısından dışarı adım atmadım. İçinde senin nefes almadığın bir Bursa'yla hapishanenin farkı yok. Sen İstanbul’da yaşıyorsun diye İstanbul güzeldir. Seni seviyorum diye ben sanatkârım. Sensiz ne İstanbul’un güzelliği kalır, ne benim sanatkârlığım. Kırk yaşındayım. Kırk yaşında bunları sana yazdığım için yirmi yaşındaki herhangi bir delikanlıdan daha delikanlıyım. (...)
Ne yapsam da seni benden uzaktayken bir an olsun sevindirebilsem. Ne iptidai, ne zavallı bir vahşiyim. Tıpkı zavallı vahşiler gibi seni sevindirmek için sana oyuncaklar, belki de hiç işine yaramayacak şeyler vermek istiyorum. Şimdi bir projem var. Birkaç gündür marangozhanede çalışıyorum. Eğer muvaffak olursam, sana yine acemi marangozluğuma yüreğimi katarak bir şey yollayacağım. Şimdi ne düşünüyorum biliyormusun? Dışarı çıktığım zaman kendime üç çalışma yeri yapacağım. 1. Çalışma odası. Burda sabahları senin için şiirler yazacağım. 2. Bir resim atölyesi. Burda ikindiye kadar senin resmini yapacağım. 3. Bir marangozhane. Burda akşamları sana cevizden, abanozdan çeşitli oyuncaklar oyacağım. Geceleri ayağının dibine oturup, evvela senin için yazılan şiirleri okuyacağım, sonra yapılan resimlerini göstereceğim, sonra oyuncaklarını vereceğim. Sen gülümseyeceksin. Ve bu kadarı bile bana yetecek. Ah sevgilim, sevgilim.”
Uhrevi sukunetin ve uhrevi rahatın ne olduğunu bilmek isteyenler Bursa’da Muradiye Türbesi’ne gitsinler! Ölüm yalnız burada korkunç değildir. Mukaddes kitapların vaat ettiği cennet bize yalnız burada mümkün görünüyor. Burada her dakika bir meleğin kanadı gibidir. Başımızın üstünden hayatın bütün hümmalarını, gusselerini, şüphe ve endişelerini silen yumuşak ve nem-nak bir tüy temasıyle geçer. Ey bi-karar(kararsız) gönül, dakikalara “dur!” diyebileceğimiz yer burasıdır.
Zira buranın eşiğini aştıktan sonra bize saatlerin, bize günlerin, bize yarının, bize öbür günün lüzumu kalmıyor. Bu dakikaların her birinde ebediyetin derin ve la-yetegayyer çeşnisini tadıyoruz. Artık hiçbir zevkin daha fazlasını istemiyoruz, burada zevklerin en cavedanisine eriyoruz.
Dışarıda bıraktığımız şeyler ne kadar yakıcı, ne kadar acıdır! Sevgilinin bedeni ne çetindir! Dostun eli ne müz’içtir! Ana şefkati ne kasvetli, evlat muhabbeti ne zahmetlidir! Düşmandan intikam ve ikbalden kam almak ne kadar gailelidir! Zafer ne zor, hezimet ne kadar müthiştir. Bed-baht, burada kal, bu yeşilliğe gömül, bu havalara karış! Dehrin hay-ı huyundan sana ne!
Kendi kendimize böyle söyleyerek yarı belimize kadar gömüldüğümüz yeşilliğin içinde tabiatın hayatına karışırız. Ölüm eğer bu yeşilliğin altında zerre zerre dağılıp erimekse, ölüm eğer, bizdeki özün bu otlardaki usareye damla damla karışması demekse, onu şimdiden özleyelim. Çünkü bu otlar bizden daha güzeldirler ve ömürleri bizim ömrümüzden daha uzundur: Tam altı yüz seneden beri her bahar bu türbeleri sarıyor. İçeride yatanlardan birisi niçin bu otları yetiştiren kara toprağı beyaz mermere tercih etmiş?
Merkadinin kubbesinde niçin yağmurlar bir menfez bırakmış? Türbedar yavaş bir sesle bize bu sırrı anlatıyor:
- Bahar olunca bu toprağın üstüne bir avuç arpa atarım. Kubbedeki açıktan rahmet yağar, güneş vurur, birkaç hafta içinde mezarın ortası yemyeşil olur.
Dünyayı fethe çıkan cihangirlerin son dileği böyle midir? Bundan mı ibarettir? Eğer böyle ise, bundan ibaretse, biz ne isteyebiliriz? Biz ki, ne atımız, ne kılıcımız ne de tuğumuz vardır, ne arkamızdan yürüyen ordular sahibiyiz. Eğer bir tavuskuşunun kanadına benzeyen bu kapı saçağının altına kadar geldikse, bu bir tesadüf eseridir. Takdir isteseydi bizi bir mezbeleye de sürükleyebilirdi. Zira, boynumuzdaki zincirler kendi irademizden de kuvvetlidir. Mezarlarını ziyaret ettiğimiz bu adamlar ise, hayatı kendi iradelerine ram ettikten sonra ölümü de kendi arzularına göre yapmışlar. Hala ne diyorlarsa öyle oluyor. Murad: “Merkadimin üstünü açık bırakın! Ta ki rahmetle nurdan mahrum kalmayayım” demiş. Altı yüz seneden beri merkadinin üstü açıktır ve toprağı nur ve rahmetle münasebettedir. Bize kapıyı açan türbedar, o hükümdarın belki bininci, belki on bininci hizmetkarıdır, her gün emirlerini yerine getirmek için burada divan duruyor.
Ona sormak istiyorum:
-Şuracıkta bir köşeye kıvrılıp yatsam bana da bakar mısın?
Ve bir yıpranmış seccadenin üstüne diz çöküp kendi kendime şöyle diyorum:
- “Dünya yüzünde ne bir bucağın, ne de bir bakıcın var! Nerde akşam olursa orda kalır bir serserisin! Yolunu hiç kimseler beklemiyor; seninle meşgul olan bir kimse yoktur. İkide bir gamdan şikayet edersin ve meserrete muhtacım dersin; kimin ne umrunda! Öldükten sonra rahmete muhtaç olacaksın! Fakat o deryadan senin hissene bir katre düşmeyecek! Zira yeryüzünde bir zerre sevap işlemedin. Gerçi uhrevi saadete bile bir şekil veren şu faninin gördüğü işlerden daha güzel hayaller yarattın, lakin bu hayallerin gizli düşen ceninler gibi gün görmeden çürüyüp gitti; çünkü hepsi de kudretinden daha üstün hudutsuz bir ihtirasın mahsulü idi.
Böyle düşünerek başı ucunda diz çöktüğüm Ölü’nün serencamını kıskanıyorum. O, en hudutsuz şeye, o, hayale, o, rahmet ve gufran hissine vücut veren ve ebediyetin rükudetinden bir türbe suretinde temsil eden bahtiyardır. Yaşarken dünyayı, ölürken ukbayı fethetmek istedi. Yaşarken takdiri hükmüne ram etmişti; öldükten sonra rahmete emrediyor: “Sen şu kubbede açık bıraktığım yerden gir!” diyor.(1) “Beni kaplayın, beni sarın! Nihayetsiz uykumu, bana nihayetsiz derecede tatlı kılın” diyor ve rahmet kubbede açık bıraktığı yerden geçiyor ve sükun, etrafını bir ananın kolları gibi sarıyor. Ah, bu serin ve yeşil sükun! Cenneti bundan başka türlü tahayyül edebilir miyiz?
Kaynak: Yeni Mecmua'nın Bursa özel sayısı
(1): II. Murad’ın türbesinde diğer türbelerin hiç birinde görülmeyen bir özellik vardır: kubbenin orta kısmı açık bırakılmıştır. Padişahın mezarı bu açık kısmın tam altındadır ve üzeri, diğer türbelerde olduğu gibi , mermerle kapatılmamıştır. Yağan yağmur damlaları kubbenin bu açık kısmından mezara düşmekte ve toprağı ıslatmaktadır. Rivayete göre padişah: “Tanrı’nın rahmeti ben öldükten sonra da üzerimden eksik olmasın” diye vasiyette bulunmuş.
“Bursalılar artık üstünde yaşadıkları bir güzel vatan parçasını daha da güzelleştirmek için seferber oldular. “Uludağ parkı” meselesini ele aldılar. Günlük gazetelerde yazılar yazdılar ve yazdırdılar. Bu inziva köşemde onların bu iradeli gayretlerini, bilseniz ne derin bir hazla seyretmekteyim. Toprak, üstünde oturanlar tarafından sahip çıkıldığı nisbette “Vatan”dır. Böyle bir mana kazanmazsa kara ve kuru toprak olmaktan ileri geçemez. Yurdumuzu ve onun her parçasını şuurumuza aydın tutarak, görerek, tanıyarak, severek ve insan zekasını, insan kudretini onun her zerresine katarak “yeni bir vatan” yaratma yolundayız. Bu cehtimizi, bu himmetimizi artırmalıyız. Okulunu, yolunu, bahçesini, bağını yapa yapa; ecdattan kalmış yadigarları koruyarak bu emelimiz gerçekleşecek!..
Bursalı bir meslektaşım, memleketi hakkına yazılmış yazılardan bir kitap yapmak teşebbüsünde bulunmuş. Fazıl Yenisey’in bu düşüncesi ne kadar yerinde… Beni de unutmamış; Bursa için bir yazı istedi. Aşağıda okuyacağınız satırları bir çırpıda yazıverdim. Bursa içimde ne kadar canlı olarak varmış ki elime kalemi alınca fazla düşünmeye hacet bırakmadan duygularımı söyletti. Vazifede iken Bursa Halkevinde Güzel Sanatlar Akademisi’nin nüvesi olmak üzere bir resim okulu açmıştım. Bilmiyorum, o ne oldu? Bursalılar, Maarif Bakanlığı’ndan bunu istemelidirler. Güzellik diyarı Bursa, bu türlü müesseseleri yaşatacak ve besleyecek kudrettedir. Hakkını vermemek millî bir günah olur.
İçim türlü sebeplerle üzgün ve yorgun olduğu zaman, hayalimin en aydınlık yerlerinden birinde, hilkatın ve ataların yadigârı olan bu güzel ve mübarek beldeyi bulur; ona sığınırım. Bursa, benim için bir melce, cennetin yeşiline huzura, sükûna ve emniyete kavuştuğum bir mutluluk bucağıdır.
Yaradan ve insan, birbirine Bursa’da olduğu kadar hiçbir yerde bu denli derin karışmamıştır. Göklere başı değen serviler mi Yaradan’ın, ilâhî secdelerinde kubbeleri kendi haline bırakıp yücelikleri aramak için uzanan minareler mi insanın? Bursa’nın manzarasında bunu hangi fâni doğru dürüst ayırt edebildi?
Yeşil’i ne zaman ziyaret etsem, dışında bir tepe, içinde bir bahar bulurum. Tabiatın sathiliği yanında bu derunîlik, beni tabiattan çok daha ötelere götürür. Gönül gözümün vardığı yer, sonsuzluğun hudut başıdır. Oradan sonra artık Allah başlar. Allah ki her şey O’nadır ve O’ndadır. Yeşil’in kapısından bu hisle girenler gerçek imana varırlar. Onlar, erenlerdir ve Yeşil, camiliğinden ileri geçer. Kâbe’leşir.
Bursa, hayat pınarını göğsünde taşıyan bir diyar… Su, nerede ondaki kadar varlığını her zerresinden fışkırtır? Bursa’nın bütün yeşilleri onunla yaşar ve onunla yeşerir. Belki de bunun için Bursa’nın ölüleri insana diri gelir.
Bize koskoca bir devlet veren Osman Bey ve Oğulları, türbelerinde değil evlerinde yatarlar. Emirsultan, bu maneviyat hükümrânı; Süleyman Çelebi, bu Türkçe’yi Allah evine sokan insan, ne kadar aramızda bizimle beraberdirler. Ebedî istirahatgâhında yanına kimseyi istemeyen İkinci Murad’ı ziyaret ettiğim zaman bir türlü oradan ayrılamamıştım. Huzurunda kalıp uzun uzun onun iç menkîbelerini ve gönül cenklerini kendinden dinlemeyi arzulamıştım.
Bursa, bir tarih sergisidir. Hiçbir kitap, onun kadar 1299’la 1923 arasındaki olayları bize doğru veremez. Osmanlı Şahini, Uludağ’a kurduğu yuvadan havalandı kanadının tüyleri hâlâ Hint hududlarından Hicâz ülkesine, Marmara kıyılarından İskenderiye koylarına, Volga boylarından Tuna membalarına kadar uçmaktadır. Hadiselerin rüzgârları, hatta fırtınaları onu yere düşüremedi.
Bursa, benim için “dış” değil bir “iç”tir. Zevksiz eller ona kıyabildiği kadar kıysın, gözümde ve gönlümde hiçbir şeyini değiştiremez. Bu yurt bucağı, bu vatan köşesi, seyahati zaruri kılmayan bir çekicilik her vakit yüreğimdedir. Bursa hakikati hayal yapan kutsal bir diyardır. Bursa, bir coğrafya gerçeği olmaktan çok bir tarih, hatta tarih olmaktan da ileri bir şeydir. Bursa Türklüğün, Konya gibi beşiklerinden biridir. Her Türk biraz Bursalıdır. Onun için Bursalı olmayan Türk yoktur; diyebiliriz.”
Şehirde ilk rast geldiğimiz Bursalı bize: “İlk önce Yeşil’i görmelisiniz!” diyor. Anadolu tabiatında ve Türk sanatında Bursa’nın hususiyetini, bu renk ismi kadar hissettirebilecek bir kelime bulmak mümkün müdür?
Yeşil tabiat ortasında Bursa servisi, başka bir renk gibi göze çarpıyor. Öyle zannedilir ki, servinin nescinde, topraktan havaya doğru, iptidai ve ham renk bir nevi tasfiyeye uğramıştır. Bu servi, İstanbul servisi gibi, kökleri cesetlerle sarılmış ve akşam üstü ölmüş olanların karanlık sesleriyle konuşan korkunç kabristan ağacı değil; gül gibi, menekşe gibi mevsimde doğup ölen bir mevsim ağacıdır.
Ve zannedilir ki, Yeşil Türbe’nin rengi, eski Bursa baharlarının, ölümsüz özüdür. Bütün Bursa baharları, mevsim ve güneşin en güzel saatinde, renklerini toplayıp türbenin üstünde bırakıyor.
Kabristanı bir bahçe gibi, bir bahar mesiresi gibi ferahtır ve Yeşil Türbe’nin içinde çıplak yeşil sandukaların başına oturduğum vakit beni, muzlim bir murakabe değil, bahar sabahı, gölgeli bir kır çeşmesinin seddi üzerindeki tahayyül sardı. Ölüm gerçekten bir uyku ve huzur mudur, diye düşünüyordum. Ve ölüm yeşil ve serin çinilerin arasında bana korkularını, ağrılarını, ıstıraplarını ve iskeletini gösteren bir kabus değil, yeşil ve şeffaf bir deniz rüyası gibi geldi. Ne güzel ölüm saati idi. Acaba bu mukaddes gafleti bir daha tadabilecek miyim?Zira o an, hayatta hiçbir usanç, gına ve tiksintisi olmayan genç bir Zaire, ölümün her türlü zeval, gurbet ve firkat endişelerinden azade, hayattan daha sevimli göründüğü, bir şevk anı idi.
Baharın ikinci ayına girdik. Nisan bitmek üzere. Esen yel cana can katıyor. Yağan yağmur toprağı kabartıyor. Eski bir inanca göre nisan yağmuru yağarken her yaratık ağzını açarmış. Sedefin ağzına düşen katre inci olurmuş, yılanın ağzına düşen zehir.
Büyük hakim Şirazlı Sadi bile; doğunun ikili inancının, fatalist kanaatinin bir son ucunu, “Tabiatındaki letafetten şüphe yokken gene de yağmur, lalelikte lale bitirir, çırpılıkta çer çöp” der. Halbuki çalılıklar insan eliyle, insan emeğiyle lalelik oluyor, elverir ki insan eli tabiat gücüne yardımcı olsun, insan düşüncesi, insan buluşu, tabiat gücünü hizmetine alsın.
Bırakalım felsefeyi; baharın kitap okunmuyor. Bu hava, insanı saran bu güzelim koku, düşünceyi dört duvar içine sokmuyor. Nabızlar atarken insan içten gelene uyuyor.
……..
Ben her bahar deli olurum, kendimden geçerim. Bu mevsimde evlerde duramam, duvarlar sıkar beni. Çıkarım yazılara, yazılı kitaplardan geçerim, yazılan kainatı seyre dalmaya, onunla birleşmeye çalışırım…
Fakat bu yıl bambaşka bir aleme daldım; yirmi günümü Bursa’da geçirdim, baharı orada kutladım. Bundan önce de görmüştüm Bursa’yı. Fakat kütüphaneler tozlu sayfalarla bürümüştü beni, Bursa’yı göstermemişti bana…Bilirdim, duyardım; Yeşil Bursa derlerdi. Okumuştum, Ahmet Hamdi Tanpınarbir kitabında o yeşilliği bir kanaviçe gibi işlemişti. Fakat kafadan okuyuş, gözle görüşe, özle duyuşa benzemiyor ki.
Bursa’da bahar bambaşka. Mavi, koyu mavi, mor, tirşe, yeşil, koyu yeşil ve filizi. Bazı kere bu renkler kesin bir ayrılış çizgisiyle ayrılmış gibi görünür. Bazı kere birisi öbürünü tamamlar gibidir, eşinin içine girer, onunla kaynaşır. Bütün bunların üstünde daimi bir hareket, daimi bir köpürüş, bir oluş. O köpürüşün, o hayatiyetin ifadesi, bir an içinde beliren, bir an içinde kaybolan coşkunluk, köpükler. Bu yaşayışın sahnesi ancak sevgili denizde görülebilirdi; halbuki ne garip; Bursa Ovası’nda bütün bunları gördüm ben.
Uludağ’ın eteğinde, Bursa Ovası’na hakim en güzel yerde, manzaraya karşı yayılan Gönlüferah otelinden seyrettim Bursa’yı. Bütün renkler orada. Yeşilin çeşitlisi oradan görünmede; tabiatın yaratıcılığı, yaratılışı, yaratılış kudreti ve yaşayış cehdi oradan seyredilmede. Şu koyu yeşil selviler, dikine çıkmakla beraber orada ufku aşmıyor, sanki arkadaki fonun üstüne fırça darbeleriyle kondurulmuş, biraz kabarık görünmede. Arkadaki hafif sissi açık yeşil fon bunları belirtmek için hazırlanmış. Şu boz yollar, dostu dosttan ayıran demiyeyim, dostu dosta, sevgiliyi sevgiliye kavuşturan yollar, iki rengi birbirinden ayıramıyor. Tarihi dile getiren şu güzelim anıtlar manzarayı bozmuyor, görüşe düşünceyi katarak dekoru tamamlıyor. Bursa tümüyle, tabiatı kudretle, tarihi yaşayışla, rengi insan enerjisiyle, göz nuriyle, görüşü duyuşla kaynaştıran bir şehir. Havada uçuşan, gözle görülen, özle duyulan baharlar, sanki bu, modern bir ressamın elinden çıkmış tabloda, denizin köpüklerini temsil etmede. Bursa fotoğraf değil; her rengi, renginin her nüansı, üstüne vurulan her fırça, içten gelen, görüşten doğan, cana canlar katan, yaşayışa kudretler veren bir tablo. Bu tablonun çerçevesi, o güzelim ovayı çepeçevre kuşatan gök kubbe; fakat o çerçeve de bu denizi tamamlayan, bu tabloya renk veren ve bu resimden renk alan çeşitli renklerle süslü; öylesine ki insan, bu görünüşten öte bir alem bulamıyor, dünya sanki Bursa ve Bursa, alemin ta kendisi.
………
Bursa tarihi dile getiren, bir devleti kuran, işlenen çiniye, yüzyıllar boyu emeğin göz nuriyle rengini katan, yeşilin çeşitli görünüşlerini belirten, baharın türlü neşelerini işleyen, asırları canlandıran, modern resmi fotoğraftan ayıran şehir. Toprağından sular kaynayan, rutubetiyle verdiği sızıyı şifalı sularıyla iyileştiren, derdini dermanıyla beraber bağışlayan, temizleyen, varlığı yıkayan, arıtan şehir. Konuşacağım Bursa, konuşacağım seninle ve senin için.
Bir gün merhum Gölpınarlı'ya, Ali Rıza Çetiner'in Mahkeme Camii'nde okuyacağı Miraciye'yi banda kaydetmek için Bursa'ya gideceğimi söyledim. Dikkatle yüzüme baktı. Gözleri parıl parıldı.
-Türk edebiyatında Resululah Efendimizi en çok seven kimdir, biliyor musun? dedi. Cevap vermeme fırsat bırakmadan,
-Bence Süleyman Çelebi. O ne aşk öyle, Allah Allah!, dedi. Sonra Bursa'dan, Bursalılardan bahsetti. "Bursa'ya sık sık davet edilirdim, artık çağırmıyorlar" diye serzenişte bulundu.
-Niçin, dedim. Biraz düşündü.
-Galiba Niyazi Mısri hakkındaki makalem onları gücendirdi. Bir daha çağırmadılar, dedi. Masasındaki kesme şekerleri yeniden sıraya dizdi. Düşünceli düşünceli sigarasından bir nefes çekti. Gülümsedi:
-Bursa'da Yeşil Türbe'ye gidersen dikkatli ol. Cemaat arasında yaşlı, çarıklı kurmaylar var. Adamı imtihan ederler. Vaktiyle beni de sınamışlardı, dedi. Soru sormama fırsat vermeden ekledi:
-Duvarda bir mülemma var. Unutma, üstü Arapça, altı Türkçe. Yazı Arapça başlayınca insan devamının da Arapça geleceğini zannedip aldanıyor, bocalıyor. İhtiyarlar da kıs kıs gülüyorlar. Sen tuzağa düşme, dedi. ve levhayı ezbere okudu:
Kâle'n-Nebi aleyhi's-selam / El-Cennetü dârü'l-eshıya'i / Oda yakısarlar eşkıyâyı (Nebi aleyhisselam dedi: Cennet cömert evidir/yeridir. Yol kesenleri de ateşe atacaklar.)
Unutmayayım diye bir kağıda yazıp verdi.
Bursa onda üç çağrışım yapmıştı: Resululah aşkı vesilesiyle Süleyman Çelebi, kendisine kırgınlıklarıyla Bursalılar ve nihayet Yeşil Türbe'nin muzip ihtiyarları.
Kaynak: Prof. Dr. Metin Akar, Merhum Abdülbaki Göpınarlı'dan Dinlediklerim, Kültür ve Turizm Bakanlığı Anma ve Armağan Kitap Dizisi (Abdülbaki Gölpınarlı Kitabı), s. 395-397