Seslendiren: Elif Esma Akbal
Yatağın içinde dönerek güneşin yüzüme vurmayacağı bir köşeye kaçtım. Faydasız! Birkaç dakika sonra keskin bir ışık beni olduğum yerde buluyor ve yüzümü, ensemi yapışkan bir tere boğuyordu. Bu sırada yattığım otelin altındaki kahvenin gramofonu da uykuya devam yolundaki son irademi kırdı. Boğuk sesli bir hanende avaz avaz:
Gözlerine sürme çek, Kına yak parmağına!
diye bağırıyordu. Kalktım, giyindim ve beni bu küçük kasabada alıkoyan sersemlik için için güldüm.
Bursa’da bir ahbabı görmek ve bir müddet edebiyattan başka mevzularda konuşmak için yola çıkmıştım. Yalova’da oldukça rahat bir kamyona yerleşmiş ve bir sürü tehlikeli ve güzel kıvrımlardan sonra Orhangazi, namıdiğer Pazarköy’e gelmiştim. Bu küçük kasabaya inerken uzaktan gördüğüm İznik Gölü beni garip bir cazibe ile kendine çekti. Hiç sebep yokken otobüsü kaçırdım ve burada kaldım. Muayyen kaide ve mantıklara tabi olarak geçen hayatımda bu, güya mühim bir kahramanlıktı.
Fakat menfaatlerin, ince hesapların emir kulu olmaktan kurtulmanın ve aklıma eseni yapıvermenin verdiği rahatlık ve gururun ömrü uzun sürmedi. Daha uğrunda yolumdan kaldığım İznik Gölü’ne giderken canım sıkılmaya başladı. Göle yaklaşınca yolu şaşırarak sazlıklar, bataklıklar arasında kayboldum. Güç hâl ile ulaştığım sahil de bana fevkalade bir manzara arz etmedi. Her büyük su kıyısı gibi bir miktar kum, bir miktar çakıl ve rüzgârın şiddetine göre dalgalanan manasız bir satıh! Yegâne yenilik, bu suyun tuzsuz olduğunu bilmekten ibaretti.
Tekrar yolu kaybetmekten korkarak acele kasabaya döndüm. Ortalık kararmış, birkaç dükkânda sönük petrol lambaları ve konduğum otelin altındaki kıraathanede, ziyası yükselip alçalan bir lüks yakılmıştı. Önünden geçtiğim bir aşçı dükkânının camekânı iştahımı kapamaya kâfi geldiği için kahveye oturup bir çay ısmarladım ve bir miktar peynirle biraz üzüm getirttim. Bu sırada kendi kendime:
“Bende sahiden akıl yok…” diyordum. “Uzaktan erimiş kurşun gibi parladığını gördüğüm bu su beni yolumdan alıkoyuyor. Düşünmüyorum ki, o su ancak uzaktan çok güzeldir. Onunla yakından temas etmek, bir sürü küçük, fakat yekûnu büyük münasebetsizliklere katlanmaya mecbur olmak demektir. Yaşım otuzu geçti. Bu manasız heveslere oyuncak olmanın bir macera telakki edileceği yaş değildir. Küçük şeyler için büyük fedakârlıklarda bulunmayı kabadayılık telakki edecek değilim ya?”
Gece ilerledikçe canımın sıkıntısı daha çok artıyordu. İçimde, bir alışverişte aldatılmış olmanın ezgisi vardı. Mermer masaların üzerinde, yıpranmış bir hâlde, o günün gazeteleri yatıyordu. Sabahtan beri iskelede, vapurda, Yalova’da, hatta otobüste evirip çevirerek gözden geçirdiğim sahifeleri bir kere daha karıştırdım. Uzak köşelerden birinde kâğıt oynayan üç memura gözlerimi dikerek yüzlerinden karakterlerini okumaya ve hiç olmazsa bu şekilde istifadeli bir iş yapmaya çalıştım. Fakat yaptığım işin onların ruhlarını okumak değil, kendi basit muhayyilemin uydurduğu şeyleri o şahıslara yamamak olduğunu pek çabuk fark ettim. Kalkıp odama çıktım.
Sabahleyin beni uyandıran güneş, daha evvel bütün odayı dolaşmış ve her köşeyi ayrı ayrı kızdırmışa benziyordu. Derhâl yataktan atlayarak giyindim. Çantamı kapattım ve sokağa fırladım. Ortalıkta, zaman zaman esen rüzgârın kaldırdığı tozlardan başka hareket yoktu. Yıkık bir caminin nasılsa ayakta kalmış olan bir minaresi duvarlar üzerinde çıkan bir yabani incir ağacıyla sarmaş dolaştı. Bir eskici, örsünün üstünde uyukluyor, yan sokaklardan birinde iki çocuk, pis bir suyolunun önünde topraktan bentler yaparak oynuyordu. Kahvenin gramofonunda, zavallı bir kadının sesi:
“Çıkmam Allah etmesin meyhaneden”
diye yırtınıyordu. Bursa’ya geçecek otobüslerin gelmesine daha bir saatten fazla vakit vardı… Ve ben, ruhu olmayan bu kasabadan kaçmak için can atıyordum.
Bu sırada karşıma çıkan bir berber dükkânı, istemeden elimi yanaklarımda dolaştırdı. Epeyce sakallı idim. İstanbul’dan gelecek olan zarif otobüs yolcularının arasına bu kılıkla binmek istemezdim. Benim buradan değil, kendilerinden olduğumu bir bakışta anlamalıydılar. Otele tekrar girip çantamı açmak, sıcak su isteyip tıraş olmak, sonra takımları yıkayıp yerleştirmek bana o kadar güç geldi ki, istemeye istemeye bu dükkâna yöneldim.
Berber: “Buyurun,” dedi ve fazla iltifat etmeden bir çekmeceden peşkir çıkarmaya, bir musluktan sıcak su almaya koyuldu.
Önümdeki uzun mermer masanın üzerinde, sinek pislemesine engel olmak için pudra ile damgalanmış yaldızlı çerçeveli büyük bir ayna vardı. Aynanın camı üzerinde istedikleri gibi faaliyet göstermelerine müsaade edilmeyen sinekler bu yaldızlı çerçeveye o nispette fazla kıymışlardı. Aynanın önünde ve masanın mermeri üzerinde, aynı şekilde sineklerin taarruzuna uğramış, çoban kolonyası şişeleri ve üzerlerinde Almanya İmparatoru palabıyıklı Wilhelm ile melaike yüzlü karısının resimleri bulunan iki pudra kutusu duruyordu. Duvarlarda, mahut sineklerin tahribinden kurtulamamış renkli resimler vardı. Bunlar, yel değirmenleri ve kanallarıyla bir Hollanda ovasına, mahzun yüzlü ve ağır yürüyüşlü ziyaretçileriyle bir orman kilisesini ve General Trikopis’in kılıcını teslim edişini gösteriyorlardı.
Berber kır saçlı, hafif çiçekbozugu, seyrek bıyıklarının arasından temiz disleri görünen kırk kırk bes yaslarında uzun boylu ve zayıf bir adamdı. Uzun boynunu ikide birde saga sola büküyor, daima bir seye hayret ediyormus gibi kaslarını kalkık tutuyordu. Bu yüzden alnı hep burusuk duruyor ve çehresi daima mühim meseleleri düsünüp halleden bir devlet adamı ifadesi alıyordu.
Önüne oturup yüzümü ellerine bıraktım. Iki avucunun bütün genisligiyle yanaklarımı ovalamaya baslamıstı ki, dükkânın kapısı önünde dokuz yaslarında bir kız çocugu peyda oldu.
Kapının esigine gelip sırtını duvara dayadıgını ve hiçbir sey söylemeden bekledigini pudralı aynada görmüstüm. Sarı saçlı basını önüne egmisti. Ayagında nalınların kayısından, biraz kirli, fakat muntazam parmaklar çıkıyordu.
Berber masanın çekmecelerinden birini açarak içinden bir miktar para aldı ve çocuga verdi.
‘’Al kızım, Feride kardeslerin nasıl? Validen iyi mi? ‘’ dedi.
Kız bütün bu suallere evet makamında basını sallayarak cevap verdi ve hemen uzaklastı; berber isine devam etti. Ben merak etmeye baslamıstım. Evvela kendi kızı zannettigim bu çocugun çekingen ve durgun hali bana garip geldi. Berberin tavrı sormaya cesaret vermedigi için muhtelif ihtimalleri düsünerek kendim bir neticeye
varmak istiyordum. Evvela, herhalde kendi çocugu, fakat karısından ayrılmıs olacak, dedim. Sonra akrabası olması ihtimalini hatırladım. Nihayet düsünmekten vazgeçtim. Fakat pek az sonra kızın, bası önünde, sessiz bekleyisi tekrar kafamda canlanıyor ve beni rahat bırakmıyordu.
Usturayı yüzümden uzaklastırdıgı bir sırada:
‘’Kızın mıydı?’’ diye soruverdim.
‘’Hayır!’’
Sükût.
Berber yüzüme yetismek için adamakıllı egiliyor ve uzun kollarıyla havada büyük hareketler yapıyordu. Yüzümü yıkamak için pirinç legeni sıcak suyla doldurmaya gitti. Sırtına dogru tekrar sordum:
‘’Dilenciye benzemiyordu!’’
Çocuga verdigi paranın, bir dilenciye verilen cinsten olmadıgını, otuz kırk kurusa yakın bulundugunu görmüstüm. Legeni getirip gırtlagıma dayarken:
‘’Dilenci degil!’’ dedi. Bir çekmeceden bir havlu çıkararak yüzümü kurulamaya basladı.
Isini bitirip bana ‘’ Saatler olsun’’ dedikten sonra:
‘’Bizim berber Yusuf’un kızıydı o! ‘’ diye ilave etti…
Bunu söylerken kaslarını kaldırdıgı için berber Yusuf’un mühim bir adam olduguna hükmettim.
‘’Kim bu berber Yusuf? ‘’
Karsı tarafta, kepenkleri kapalı küçük bir dükkân gösterdi:
‘’Surada dükkânı vardı!’’
‘’Ne oldu?’’
’Sorma!’’
Cevap verirken isine devam ediyor, havluları devsiriyor, legenin suyunu kösedeki bi gaz tenekesine bosaltıyordu. Pek hakiki olmayan bir merakla ve can sıkıcı bir hikâye dinlemekten korkarak:
‘’Öldü mü’’ dedim, ‘’bu berber Yusuf? ‘’
‘’Yok, canım, aldı basını gitti! ‘’
Ev kavgası, komsu kavgası, tarla kavgası… Bir sürü ihtimal kafamdan geçti ve
‘’Eyvah!’’ dedim. ‘’Hikâye galiba zannettigimden daha manasız! ‘’
Elimi cebime atarak para vermeye ve çıkmaya hazırlandım. Berber:
‘’Otobüslere daha vakit var. Otur da sana su Yusuf’un meselesini anlatayım.
Allah insanın aklını basından almasın, yoksa! ‘’ dedi.
Adeta emreder gibi söylemisti ve yüzünün hâkim tavrı, alnının burusukları beni itaate sevk etti. Otobüs bekledigimi nereden bildigine de ayrıca hayret ettim.
‘’Kırk yasında adam aklı basında oturmazsa iste böyle olur’’ diye basladı. ‘’Üç çocugunu da gözü görmedi, gül gibi ailesini de gözü görmedi, yirmi bes senedir ekmek yedigi dükkânın kapısını çekti gitti. ‘’ Sözlerinin beni pek fazla meraklandırmadıgını görünce biraz canı sıkılmıs gibi devam etti:
‘’Asagı yukarı bu zanaata beraber basladık. Ikimiz de çıraklıgımızı Bursa’da yaptık.
Elimiz usturaya, makasa yatınca gelip burada birer dükkân açtık. Hamdolsun, geçinip gidiyorduk. Memleketi gâvur aldı, kasabayı yaktı, biz kaçtık, surdaburda süründük, yine geldik, isimize basladık. Hepsi bir varmıs bir yokmus. Iyi gün de, kötü gün de düs gibi geçip gidiyor. Ben evlenmedim, kısmet degilmis. Artık hovardalık yapacak halimiz de kalmadı. Yusuf evlendi. Surdan, Büyükköy’den bir Çerkez kızı aldı. Üç tane de çocugu oldu. ‘’ Karsımda bir iskemleye oturup bacaklarını birbirinin üzerine atmıs ve sonra dügüm yapar gibi dolastırmıstı.
‘’Büyük kızını gördün: Tam anası… Ötekiler oglan. Allah bagıslasın. Kıymetini bilen için dünyaya bedel… Velakin, bizim Yusuf’un aklı yerinden gitmeye bahane ararmıs. Hiç de umulmazdı. Isinden gücünden baska seye baktıgı yoktu. Baksa da ne görecek? Dün aksamdan beri sen buradasın, bakındın bakındın da ne gördün?
Iste efendim, böylece geçip gidiyorduk. Derken iki üç ay evvel buraya bir kumpanya geldi. Kahvenin camlarını kara perdelerle örtüp orada oyunlar vermeye basladı.
Bizim gibi adamın orada ne isi var? Yalnız kızlar iki üç günde bir gelip saçlarına masa vurdururlardı. Allah bereket versin, bes on kurusları nasip olurdu. Günün birinde baktım, kızlardan biri isini bitirince çekip gidecegine Yusuf’un dükkânında oturup yarenlik ediyor. Allah Allah! dedim. Yusuf’un da konusacak lafı olur mu ki? Kız da ona söyleyecek ne bulur? Benim gibi biri… Üstelik tepesinde saçı da kalmamıs. Bir gün, iki gün, kız öglen demiyor, aksam demiyor, Yusuf’la oturup bakısıyor. Bir gün ne göreyim, Yusuf evden sazını getirmis. Güzel çalardı ha, delikanlılıgımızda az mı ahenkler yapmıstık, hovardalıkta az mı saz paralamıstık! Ama senelerden beri eline aldıgı yoktu. Dedigim gibi, bir gün dükkâna getirmis, tıngırdatmaya basladı. Bir gün, iki gün, arkası gelmez. Baktım kız da yavas sesle okuyor. Ahenk yolunda. Burada ne müsteri olacak? Aksama sabaha birkaç memur, pazardan pazara birkaç köylü… Is yok, vakit çok, insan bundan azarmıs zaten. Bir gün Yusuf’u çektim yanıma. Ülen, dedim, ne olacak senin halin? Ne var ki, dedi. Daha ne olsun?.. Güpegündüz koynuna alacak degilsin ya? Halinden utan! Yusuf bir kızardı aman, emmioglu, agzına aldıgın lafa bak. Sart olsun eli elime degmedi. Yarenligimden hoslanıyor herhalde… Bir iki de köy degisi çalıyorum, gülüp: Sag ol Yusuf Aga, diyor. O kadar… Böyleleri bize bakar mı?.. Ama bunu derken içi de kan aglıyordu. Neyse ki umudu yoktu. Ara sıra kız dükkâna ugramayıverirdi. Hani gece oyundan sonra efendiler ahenge götürürlerdi de sabaha kadar kızlara içirip oynatırlardı, ondan. Böyle zamanlarda Yusuf’un hali pek perisan olurdu. Melül melül önüne bakar, sazına dokunur, müsteriye itibar etmezdi. Birinin yüzünü kesiverecek de basına dert alacak diye korkardım. Arada benim dükkâna bir ugrardı. Ne haber senin avrattan deyince: Bırak su kahpeyi! diye celallenir, amma aksama dogru kız gelince sazını kucagına alıp boynunu büke büke çalardı. Her hallerini görürdüm; dükkânı ayna gibi karsımda… Yusuf yavru kuzu gibi karıya baktıkça domuzun kızı da sırıtıp oynasırdı. Ama Yusuf’un dedigine bakılırsa pek halden anlarmıs. Onun babası da berbermis. Altı aynalı dükkânı varmıs. Sekiz kardes oldukları için bunlara bakmazmıs. Kız da ekmegini bu yolda aramıs. Nasip buymus. Ille günün birinde isler bozuluverdi. Bizim deli Yusuf bir aksam duramamıs, kafayı çektigi gibi tiyatroya dayanmıs. Geçmis en öne kasılmıs. Karı onu orada görünce bir sasırmıs. Sonra gözünün ucuyla bir selam çakmıs. Yusuf kendini tutamayıp ‘Aaaah!’ diye bagırmıs. Kız bunun üzerine söyle bir daha baska türlü göz atmıs. Yusuf büsbütün kendini kaptırıp, ‘kurban olayım!’ diye çıgırmıs. Kaymakam köseden isaret edince Yusuf’un kolundan tutup dısarı atmıslar. O günden sonra kız bir daha Yusuf’un dükkânına gelmedi. Herhalde rezillikten korktu. Kart adamın sevdalısı tatsız olur, yapıstıkça yapısır… Öyle ya!.. Zaten çok da kalmadılar, üç bes gün sonra çekip Bursa’ya gittiler. Yusuf o geceden sonra kendini bıraktı, adamakıllı zebun oldu. Halinden korkmaya basladım. Kızı para istemeye dükkânın kapısına gelince bir bagırır, yedi mahalleye duyururdu. Kızcagız da, hani su az evvel buraya gelen, gözünü silip eve kaçardı. Ama çok sürmedi bes on günde Yusuf kendine gelir gibi oldu. Bir gün dükkâna ugradı: Bizdeki de akıl mı ya? dedi, öyleleri bize bakar mı? Gönül egledi gitti… Yalnız dilleri pek hostu. Dargın kaldıgıma yanarım! dedi. Durdu, durdu: Kim bilir simdi nerdedir, kimlere tatlı dil döküyordur? diye içini çekti. Yusuf, aklını basına topla, evine, ailene mukayyet ol, dedim. Allah bilir ya yürekten söylemedim. Bizde gönül hali nedir biliriz. Sevdalıya pent vermesi kolaydır. Gel de sevdayı çekene sor… Ama dedigim gibi, Yusuf kendini çabuk topladı. Çoluguna çocuguna bagırmaz oldu. Kızın lafını etmedi. Bir gün baktım, sazını da evine götürmüs…
Eh, artık bu da geçti diyordum. Bir gün Yusuf’la benim dükkânda oturup konusuyorduk. Bana bak Yusuf, dedim, insan hali iste böyle. On bes günlük ömrü on bes seneye sıgdıramazsın da, on bes senelik ömrü on bes günde yasayıverirsin!
Aldırma, Allah ömür verir de sakalımız agırır, belimiz bükülürse karsı karsıya oturur, bugünleri anıp söylesiriz. Insanın iyi günü de, kötü günü de geçer, elverir ki bugünlerden anacak bir sey kalsın! Yusuf basını sallar, içini çekerdi. Lakin gönlünün derdi kalmamıstı, her halinden belliydi. Iste o sırada içeri bizim Kara Hakkı girdi.
Hos geldin Hakkı, isler nasıl? dedi. Ortalarda görünmedin, delige girdin sandık…
Kara Hakkı pek köyde durmaz, Bursa, Balıkesir, Izmir’e kadar dolasır, keyif satardı.
Senin anlayacagın esrar götürürdü. Bizim buranın kendirinden çok âlâ esrar çıkar ha! Hakkı: Aleyküm selam dedi. Yusuf’u görünce: Aman üstümde kalmasın, Yusuf
Aga, sana selam getirdim! dedi. Yusuf bir sarardı. Içine dogmus garibin… Kimden? dedi. Hakkı güldü. Malın gözü imissin ya, Yusuf Aga, hiç senden ummazdım. Hiç de
fena karı degil! dedi. Sonra anlattı. Balıkesir’den gelirken Susurluk’ta bir handa kahve içiyorlarmıs. Bursa’dan Balıkesir’e giden bir kumpanyaya rastlamıslar. Sundan bundan
konusurlarken Hakkı’nın Orhangazili oldugunu, simdi de oraya gittigini duyan bir
karı: Aman, orda berber Yusuf vardır, tanır mısın? demis. Hakkı, Yusuf’u kim bilmez?
deyince, Yusuf’a benden çok selam et! demis. Adını da söylemeyip, sen selamımı
diyiver, o bilir! demis. Hakkı isin alayında, hem anlatıyor, hem gülüyordu. Ikide bir
Yusuf’un dizine vurup: Yaman adammıssın Yusuf Aga, karı durdu durdu sana selam
etti. Kamyona binip tozun topragın içinde kaçarken bile kafasını camdan uzatıp,
aman Yusuf’a selamımı unutma! diye bagırdı, diyordu. Yusuf sesini çıkarmadı. Ben Hakkı’nın tırasını bitirinceye kadar bir yeryüzüne,
bir gökyüzüne bakıp oturdu. Hakkı’nın arkasından, bir söz bile demeden çıktı,
dükkânına gidip kepenkleri indirdi, kapıyı kilitledi. Tekrar benim dükkânıma geldi.
Anahtarı uzatıp, al emmioglu, bu sende kalsın. Selamını aldım, gayri buralarda
duramam. Herhalde onu bulmalıyım! dedi. Aman Yusuf, etme Yusuf, demeye vakit kalmadan çekti gitti. Iste o gidis.”
Birbirine doladıgı uzun ve ince bacaklarını açtı, bana dogru uzattı. Kocaman ve ökçeleri basık ayakkaplarının burnu adeta diz kapaklarıma kadar geliyordu.
Düsünceli bir tavırla basını sallayarak:
‘’Çolugu çocugu ortada kaldı’’ dedi. ‘’Bu kadar sene karsıbe-karsı esnaflık ettik.
Aynı zanaatın ekmegini yedik. Onlara bakmak bize düstü artık!’’
Sonra, gözlerini karsı dükkâna dikti. Biraz düsündü. Hakikatleri oldugu gibi görmekten ve söylemekten hiçbir korkusu olmayan insanlara mahsus bir açıklıkla ilave etti:
“Hem Yusuf dükkânını kapatıp gidince onun müsterisi de bana kaldı.
Çocuklarının nasibi bana devroldu. Onların nafakası boynumuza borçtur.”
Söyleyecek bir söz bulamayarak etrafıma bakındım. Otelin önünden gelen motor sesleri otobüslerin geçmeye basladıgını haber veriyordu. Acele tıras parasını vererek sokaga fırladım. Içimde tuhaf bir utanma vardı. Güzel bir manzara için bir günlük itiyadımı degistirmek, bir gecelik rahatımı feda etmek, bana kaybedilmis bir alısveris gibi gelirken, bir kuru selamın arkasından basını alıp giden Yusuf’u ve onun, içinde kim bilir ne dünyalar yasayan, saçsız basını düsünüyordum.
Dört elle sarıldıgımız birçok kıymetlerin; ugrunda, sahici bir insan gibi kalbimiz ve kafamızla yasamayı feda ettigimiz binlerce sözde mühim seylerin ne kadar kolay fırlatılıp atılabilecegini bana ögreten Yusuf! Benden de sana selam olsun…
1940
Bütün Öyküleri II / Yapı Kredi Yayınları

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder