YILDIRIM’IN HUZURUNDA
Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım, zamanın ve kaderin kollarıyla kucaklanmayacak kadar engindi. Onun, bende şimdi muamma olan son bakışında melek masumluğu ile ilâhi bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberâne sakalının üstünde namütenahiye kolayca dalan mavi gözler de kapandıktan sonra sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım. Başım, bir taş ocağından alınmış iri bir parça gibi gövdemin üstüne yüklenmişti. Ve bir gece karanlığında ben bu ümitsiz baş, lüzumsuz gövde ile her tarafı kapalı bir arabanın içinde sürükleniyordum. Serden ve ıztıraptan yapılmış bir insanlığın üstüme çöken ağırlığı altında bunalıyor, boğuluyordum. Ben sürünüyordum, araba yürüyordu. Yolumuz Bursa’ya çıkacaktı. Sabaha karşı katı karanlıkta arabanın dar kapısından inerek toprağa ayak bastım. Arza temas beni ürpertti. Toprağın küf ve nur kokulu havası içinde vücuduma bir ürperme geldi. Bana birçok melekler dokunuyorlarmış gibi ürperiyordum. Şu anda kirli ve yaralı derimden soyuluyor da, kurtarıcı Allah eliyle, aradığım sevgilinin sanatıyla yeniden yaratılıyormuş gibi ürperiyordum. Ürpertici vahye Tûr’dan bir seda geldi; Hîra’dan bir nida geldi. Henüz karanlıkta yatan Bursa’nın minarelerinden birinde sabah ezanı okunuyordu. Dirilen kurtarıcı ölüler gibi ruhuma sarılan bu müjdeye şükretmek için yeryüzüne kapanmak ihtiyacını duyuyordum. Sevinçten ağlamaya, secdelere kapanmaya davetliydim. Müjdesini kendinde taşıyan bu davet, hiç şüphe etmiyordum ki Allah’tan geliyordu. Bu dilin tercümeye, temine ihtiyacı yoktu. İlim ve aklın da bunda hissesi olamazdı. Zira Allah’la buluşuyordum. Bursa’nın, sanki ebedî sükûn içinde, yaradılışın ilk günündeki hayalini muhafaza eden ve beni her adımımda o ilk yaradılış gününün anlatılmaz sevinciyle yıkayan havasını incitmekten korka korka Ulu Cami’nin tâ yanına yürüdüm. Kapının dışındaki basamakların yanında bulunan muslukta abdest aldım. Yarı aydınlıkta pırıldayan su ile vücudumu, içerimde yaratıcı bir nur gibi dolaşan gözyaşlarımla benliğimi yıkadım.
Dünyanın ilk kurulduğu gün, ilk insanın ilk abdestini alıyor gibiydim; o kadar sevinçliydim. Ulu Cami sanki kovulduğum cennetti; şimdi beni affedip alıyordu. O, Allah evinin kapısı mıydı? Sevginin sunduğu anlaşılamaz bir cesaretle Allah’a açılan iç kapıya, mihraba kadar ilerledim. Mihrabın yanı başında küçücük bir saf halinde namaz kılındı. Nur içinde yıkandık. Meleklere kavuştuk. Peygamberlerin huzuruna yükseldik. Allah’ın bağrına basıldık. Sonra dua edildi; eller açıldı. Açılan eller göklere kavuştu. Bunların hepsi sessiz, sadasız yapılıyordu. Gözyaşlarımızın yıkayacağı günah kalmamıştı ki aksınlar. Bu halde ne kadar kaldım, bilmiyorum; kısa bir ân mı? Yoksa yıllarca mı? Anlayamadım. Ancak bunu unutan ve yolunu şaşıran bir yaş seli boşanmak için içimden gözlerime saldırdığı zaman kendimi tutamadım; ellerimi göklerden yeryüzüne çektim. Huzura kavuşmuş olan isyana teslim oldum. Benliğim taşmak istiyordu; zira taşarcasına seviyordu. Gördüğüm huzura göz diktim. “Ya Rab,” dedim, “acılarım beni bırakmıyor; huzurunda da taciz ediyor. Bana beşaret yetmez, emanet istiyorum. Nedir bu halim?” Önce korkutan, ezen bir sükût; sonra bütün havayı dolduran keskin, sert bir nida camiyi çınlattı: “Ne istiyorsun?”
Sımsıkı sarıldığım varlığı terk etmek imkânsızdı; barındığım sevdadan vazgeçmek imkânsızdı. “Aman ya Rab,” dedim, “beni affet, kulların yolunu kaybetti. Bana izin ver, bana irade ver; benimle mukaveleyi kabul et. Ben yeryüzünde rahat uyuyan kullarından olma nasibini kaybettim. Sen kapını açmazsan, bana arz ile ulûhiyetin arasında barınacak başka yer göster. Arzda uyuyamıyorum, sensiz duramıyorum. Beni gurbette barındırma!”
Gözyaşlarım âsi bir cereyana tutulmuştu. İradem yuvarlanmıştı. Hıçkırıyordum: “Ya Rab! Aç kapını diyorum; buraya kadar tırmandım, beni reddetme!” İlâhi nida, bütün caminin ışıklarından, duvarlarından, havasından sızarak tam bir vuzuhla kulaklarıma doldu: “Git ecdadına sor, Murad’a ve Yıldırım Han’a danış, sen onlarla konuşabilirsin.” Kendime geldim. Rabbimden af dileyerek sanki bir melek kanadında, güneşin ilk nurları altında uyuyan Bursa’nın üstünde uçarak Çekirge’ye gelmişim. Hüdavendigâr’ın huzuruna çıkacaktım. Bir beşiği andıran türbenin penceresinden içeriye baktım. Hüdavendigâr’ın yüzüne bir perde çekilmişti. “Büyük atam!” diye haykırdım, “neden utandın da ziyaretçilerinden yüzünü sakladın? Bedbaht evlâdından kurtarıcı nazarlarını neden esirgedin?”
(...)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder