15 Ocak 2025 Çarşamba

KASİDE/ORHAN VELİ KANIK

Seslendiren: Egemen Yıldız                                  

 KASİDE




Elinde Bursa çakısı,

Boynunda kırmızı yazma;

Değnek soyarsın akşamlara kadar,

Filoya tarlasında.


Ben sana hayran,

Sen cama tırman.


Orhan Veli Kanık

BURSA SULTÂNLARA NEŞÎMENDÜR/AHMEDÎ

BURSA SULTÂNLARA NEŞÎMENDÜR

 
Bursa sultânlara neşîmendür
Yümn-ile toru Vâdi Eymendür

Huld bâgı bigi bahâr u hazân
Yâsemîn-ile tolu sûsendür

Her tarafdan çınâr u serv-i sehî
Her yaña sünbül-ile behmendür

Lâle vü nergis-ile pür-zîver
Gül ü reyhân-ıla müzeyyendür

Ravza-i dâr-ı Hulddür lâ-büd
Hûr-i ıyn orada mümekkendür

Nârıdur nûr-ı bî-duhân suyı azb
Hâki müşg ü hevâsı gül-şendür

Yiri cennât tahtehe’l-enhâr
Zî makâm u zi hûb meskendür

Pâdişah adl-ile bi-hamdi’-llah
Zulmdan kamu halka me’mendür

Mîr Sülmân ki pâk zâtı anuñ
Cân-durur bu kamu cihân tendür

Ol ki her râza zihnidür vâkıf
Ol ki her gayba göñli mahzendür

Ger sehâvetdedür Hâtim-i Tay
Ger şecâatde ol Tehemtendür


Günümüz Türkçesiyle:

Bursa, sultanlar için neşe kaynağıdır,
Bereketiyle, kutsal bir vadi gibidir.

Cennet bahçesi gibi hem bahar hem güz mevsimi yaşanır,
Yaseminlerle dolu, süslenmiş bir yerdir.

Her yanda çınar ve zarif servi ağaçları yükselir,
Her köşesi sümbüllerle bezenmiştir.

Laleler ve nergislerle ışıl ışıl süslenmiştir,
Güller ve reyhanlarla donatılmıştır.

Orası kesinlikle cennet bahçelerindendir,
Huri gözlü güzeller orada yaşar.

Orada su, dumansız bir nur gibi berraktır,
Toprağı misk kokar, havası gül bahçesi gibidir.

Orası, altından ırmaklar akan cennet gibidir,
Hem yüksek bir makam hem de güzel bir yerdir.

Padişah, adalet ve Allah’a hamd ile yönetir,
Zulümden kurtarıp halkına güven verir.

Sultan Süleyman ki onun özü tertemizdir,
O, bütün insanlara can, dünya ise bir bedendir.

Her sırrı bilmeye yetkindir,
Gizli gerçekleri saklayan bir gönlü vardır.

Cömertlikte Hatim-i Tay gibidir,
Cesarette ise Tehemten’e benzer....

Ahmedi

İZNİKLİ LEYLEK/HALDUN TANER



 

İZNİKLİ LEYLEK 





“Hacı leyleği, biz kuşların en Müslüman'ı biliriz. Acaba gerçekten öyle mi? Ermişlerle sihirli bir ilişiği olduğuna delil olarak türbeleri, tekkeleri bekleyişi gösteriliyor. Hacılığı ise, bilindiği gibi, güneyden gelişinden, bir de, dini anıtları tepeden tavaf edişinden kinayedir. Ama ben leyleklerin Süleymaniye’yi olduğu kadar Köln Katedrali'ni de aynı huşu ile tavaf ettiklerini gözlerimle gördüm. Bu hesaba göre, oradakileri Protestan, Saint Pierre üzerinde dolaşanları Katolik, Trafalgar Meydanı'nda uçuşanları emperyalist. Kremlin kulelerine konanları da komünist mi sayacağız?

Neyse, ben onu bunu bilmem. Benim hikâyesini anlatacağım İznikli Leylek, hacı falan değildi. Çünkü Ramazan günü alenen solucan yiyordu. Zaten duruşundan da bir Müslüman'dan çok, şüpheci ve kötümser bir filozofu andırıyordu. Bu leyleğin ermiş­lerle değil, herhalde Voltaıre'ler, Schopenhaure'lerle bir akrabalığı olacaktı.

Biz hanın iç avlusunda, sabah kahvaltısı ediyordu. Leylek biraz ötemizde güneşli bir yer seçip, gagası ile sararmış tüyleri dökülmüş göğsünü kaşıyordu. Kızlar sevmek için yanına yaklaşınca, uçmadı ama hanın her köşesini bildiği için kaçarak ellerin­den kurtuldu. Hemen, niye uçamadığına dair, yüzlerce teori orta­ya atıldı. "Yok anası yuvadan atmışmış da..".."Yok..bilmem daha neler.."

Meğer, üç senedir uçamadığı için kışlan da buradaymış. Bu arada kendisinden bahsedildiğini anlamış gibi çalımlı çalımlı dolaşıyordu.. Yükseklerden, çok yükseklerden bir leylek, moto­runu durdurmuş bir uçak gibi, sessizce aşağıya doğru kayıyor­du.. Geldi, bizimkine çapkın bir bakış fırlatıp, tekrar havalandı. Bizimki canlandı, uçacakmış gibi kanatlarını açtı, uçtu da. Ancak, iki metre kadar yükselip tekrar yere yuvarlandı. Sonra kalkıp silkindi, hiçbir şey olmamış gibi onurlu bir şekilde uzaklaştı..

"Bütün çabalar boşuna" dedi, birisi. "İnsanoğlu da ne yaparsa yapsın, istediği kadar havalanacağım diye çırpınsın, sonunda yaralı leylek gibi rezil ve perişan yan üstü toprağa yuvarlanmıyor mu? Kader­lerimiz aynı: Uçamayacağını bilmek, yine de uçmaya yeltenmek.."

Biri çıkıp da: “Leyleklerin böyle dinle, ideoloji ile pek alışverişleri yoktur. Onlar sadece, sanat meraklısı kuşlardır. Eli rehberli Amerikan turistleri gibi, geldikleri şehrin önce tarihi anıtlarını ziyaret ederler” dese, herhalde akla daha yakın bir laf etmiş olur.”

“Bu, benim hikâyesini anlatacağım İznikli leylek, namaz kılan soydan değildi. Çünkü ramazan günü alenen solucan yiyordu. Zaten hali, tavrı, yürüyüşü, iki üç adımda bir durup düşünüşü, dini bütün bir Müslümandan çok, şüpheci ve kötümser bir filozofu andırıyordu. Bu leyleğin ermişlerle değil, herhalde Voltaire’ler, Schopenhaure’lerle bir akrabalığı olacaktı.

Leylek, ihtiyatlı ihtiyatlı, yolun bir sağına bir soluna bakındı. Görünürde kamyon, eşek, araba olmadığına kanaat getirince, gümüş saplı bastonuna dayanarak yürüyen kamburu çıkmış kadit bir ayan azası misali, ağır ağır bizim tarafa geçti.

Biz hanın iç avlusunda, sabah kahvaltısı ediyorduk. Leylek biraz ötemizde güneşli bir yer seçip, gagası ile, sararmış, tüyleri dökülmüş göğsünü kaşımaya koyuldu.”

“ Hayvanlara insanca duygu ve düşünceler yormak ne derece doğrudur, bunu da kestiremiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da: Uçamadığı idi. Uçsa öbür leyleklerden biri olacak, dişisini ensesinden ısırıp vuslata kavuşacak, sonra tatminini bulmuş bütün öbür hışır leylekler gibi kurumlu tak takasından geçilmeyecekti. Uçabilse öbürlerinden başka bir leylek olamayacak, üzerinde fikir yürütüp, hakkında hikâye yazılamayacaktı. Kaldı ki, o takdirde, daha mesut olacağı da söylenemez. Çünkü, öyle değil mi, yeryüzünde hiçbir şey, istediğini ele geçirmek kadar hayal kinci değildir. “

“ Halbuki ben, şu hülyalı İznik sabahı, yere sırt üstü yatıp masmavi gökyüzüne bakarak kafama üşüşen hayallere geçit resmi yaptırmak, sonra da hasırın üstüne bağdaş kurup yaralı leyleğin hikâyesini yazmak istiyordum.

Hocanın elime sıkıştırdığı kara kaplı Gabriel Dietz, Otto Dorn, koltuğumda, güzel havada mektebi asamamış bir ilkokul öğrencisi somurtkanlığı ile kafileye katıldım.

Böylesi, belki de hayırlı oldu. Çünkü bıraksalar orada oturup, yaralı leyleğin hüsranı ile insanoğlunun kaçınılmaz kaderi arasında benzerlikler bulan, başımdan büyük bir hikâye yazmaya kalkacak, yüzüme gözüme bulaştıracaktım. Hikâyemin son cümleleri kafamda hazırdı bile. Yazımı şöyle bitirecektim:

“Bütün çabalar boşuna… Ne yaparsa yapsın, istediği kadar havalanacağım diye çırpınsın, sonunda insanoğlu da yaralı leylek gibi rezil ve perişan yan üstü toprağa yuvarlanmıyor mu? Kaderlerimiz ayni: Uçamayacağını bilmek, yine de uçmaya yeltenmek.”

Evet, hiç lüzumu yokken, bu yolda acıklı ve kötümser bir hikâye yazacaktım. Hoca çağırınca yazamadım.

Hikâye yerine, o günümü Mahmut Çelebi Camiinin kapı kitabesi, Yakup Çelebi zaviyesinin tuğla tezyinatı, Nilüfer Hatun imareti avlusundaki sütun başlıkları arasında tükettim.
Yarın da İsmail Bey hamamının kesitini çıkaracağız…

12 Haziran 1953”
(*) Haldun Taner “İznikli Leylek” Onikiye Bir Var , Bilgi Yayınevi, Ankara 2009


Haldun Taner’in yaşamından daha sonraki yıllarda, İznik’ten iki anekdot da vardır;

Yıllardan sonraydı, Haldun Taner, ve arkadaşlarıyla yolu İznik e düşmüştü.

Yeni hazırladığı oyunu  “ Sersem Kocanın Kurnaz Karısı’’nın son şeklini İznik’te yönetmen Çetin İpekaya ve Tomas Fasulyeciyan’ı oynayan Münir Özkul ‘la birlikte vermiştir. Ve rivayet edilir ki tiyatro ile ünlü söz olan;

’Teatro dediğin nedir ki?

             İki Heves, bir kalas’’ sözü de burada söylenmiştir.

 

Haldun Taner’in gezi notları “Yollara Düşünce”  arasında zaman zaman kendi hayatından kesitler de buluruz. Hindistan sokaklarında rastladığı “derviş olma yolunda bir Amerikalı” ona şunu hatırlatmıştır: “Bir zamanlar ben de nefsimi köreltmek için benliğimin burnunu kıracak böyle temrinler yapardım. Örneğin İznik’te bir yarım gün bir boya sandığı kapıp önüme çıkan herkesin ayakkabısını pırıl pırıl boyamış, kimseden para da almadığım gibi o şehre yeni gelmiş bir deli boyacı sanılmıştım.” der. Bizim de İznikli Leylek’imiz burada biter.

https://www.iznikgazetesi.com/iznikli-leylek-haldun-tanerin-iznik-yolculugu.html alıntılanmıştır. Bu adresten yazının tamamına ulaşabilirsiniz.


14 Ocak 2025 Salı

SEYAHATNAME (BURSA)/EVLİYA ÇELEBİ

 

Uzakları yakın eden seyyahtan Bursa

 Bu metin https://www.dergibursa.com.tr/uzaklari-yakin-eden-seyyahtan-bursa/ adresinden alıntılanmıştır.
 Video: Evliya Çelebi Yolu/Bursa Araştırmaları Merkezi https://www.bursaarastirmalarimerkezi.com/kategori/video-galeri/#gallery-9

Çağının zorluklarına rağmen mesafeler hiç gözünü korkutmamış onun. İlk seyahatini ise Bursa’ya yelken açarak yapmış Evliya Çelebi. “Seyahatname”den bize miras kalan onlarca cümlesi, o zamanki “Ruhaniyetli Şehir Bursa”yı ve çevresini ne de güzel anlatmış…

Rivayete göre, 20 yaşında bir rüya görmüş Evliya Çelebi. Rüyasında Hz. Muhammed’in elini öperken heyecanlanıp “Şefaat” diyeceği yerde “Seyahat ya Resullah” demiş. Rüyasını yorumlayan büyükleri de gezip gördüğü yerleri yazmasını nasihat etmişti… O da bunun üzerine yollara düşmüştü. İstanbul başta olmak üzere gezip gördüğü beldeleri tanıtacak, seyahatlerini (1630-1684) kitapla buluşturacak ve “Seyahatname” adını verecekti. Bu eser ile insanlık tarihine yön veren 20 kişi arasına girdi. Birçok farklı milletin kültürel birikimine ışık tutan çağlar ötesi seyyah Çelebi, hoşgörülü anlatım biçimiyle herkesin haklı takdirini kazandı.

Aslen Kütahyalı olan ve İstanbul’un fethinden sonra İstanbul’a yerleşmiş bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş bir gezginin Enderun Mektebi’ni bitirdikten sonra, sarayda görev alması; onu uçsuz bucaksız bir yolculuğa çıkmaktan alıkoyamamış. Şehirleri, yeme içme kültürlerini, sosyal yaşamlarını, yolları, mesafeleri, camileri, evleri, tekkeleri, sokakları, medreseleri, mescitleri, türbeleri, imaretleri, hastaneleri, konakları, kervansarayları, sebilhaneleri, hamamları, hanları, vezirleri, yazarları, alimleri, halkı, dilleri, dinleri, nişancıları, esnafı, sanatkarları ve doğayı anlatmış… Etnografya, tarih ve coğrafya ile ilgili harika betimlemelerde bulunmuş. Hatta tarım bilgilerinden çalgı çengilere kadar geniş bir yelpaze sergilemiş. Dil araştırmalarına kelime kullanımları ve yöresel ifadeler ile önemli ip uçları bırakmış… Türk kültür tarihi ve gezi edebiyatı bakımından gelmiş geçmiş en önemli eserlerden bir tanesi olmuş Seyahatname. Üslup olarak Osmanlı toplumunda özellikle Divan Edebiyatı’nda yaygın olan düzyazıya bağlı kalmayarak kendi üslubunu yakalamış…

Geniş Osmanlı topraklarında çilesini tamamladıktan sonra kitap haline gelen bu yazılar, yaklaşık üç yüz elli yıldır dünya mirasına ışık tutuyor. İlk cildi İstanbul’u anlatan Seyahatnamede birçok kentin hikayesi yer bulmuş: Bursa, Bağdat, Bakü, Tebriz, Tiflis, Trabzon, Konya, Kırım, Kilis, Sivas, Mısır, Sofya, Sudan, Mekke, Medine, Balkanlar, Maraş ve çok daha fazlası… Ama Evliya Çelebi’nin İstanbul’dan ayrılarak yaptığı seyahatlerine ilk başladığı yer Bursa olmuş… Diğer bir deyişle seyahatnamenin ikinci cildine Anadolu’nun “yedi büyük şehrinden birisi olarak” bahsettiği Bursa ile başlamış.

İlk durak Mudanya



Muharrem ayının ilk Cuma günü, 23 Nisan 1640’da kuşluk vakti İstanbul Sarayburnu’ndan bindiği bir yelkenliyle başlamış seyahati… İlk Cuma namazını burada kılmış. Mudanya’nın bağlarından, bahçelerinden, üzümünden, şırasından ve sirkesinden bahsetmiş. Mudanya’ya “Darıhal” dediklerini yazmış. Mudanya’dan etrafı gezerek altı saatlik bir yolculukla ipek yurdu, büyük şehir, diri ve kadir olan tanrının nazargâhı, devletler taht merkezi ve eski Osmanlı başkenti diye adlandırdığı Bursa’ya varmış.

Bir başka efsaneleşmiş tarihçi Nam-ı diğer Heredot’a göre Olympos olan Uludağ’dan, eski ismiyle Keşiş Dağı’ndan şöyle bahsetmiş Evliya Çelebi: “Bu dağa Keşiş Dağı denilmesinin sebebi, Ayasofya’daki patrik ve rahiplerin, perhiz ile uçarak gelip bu dağda dinlenmeleridir.” Evliya Çelebi bu kaydı düştüğüne göre, 17. yüzyılda bile, Osmanlı İmparatorluğu’nun Müslüman halkı arasında keşişlerin kerametine ve özellikle de bu dağda cidden “hikmet” gösterdiklerine hala inanılıyordu.

Filler, ejderhalar, bukalemunlar, gemiler, kartallar…

Bu dağın önemli bir durağı da bugün seyir terası olarak kullanılan “Bakacak” olmuş ve şöyle tarif etmiş Evliya Çelebi: “Bakacak, mahalli fil hortumu gibi şehre eğimli bir yalçın kayadır. İnsan buradan aşağı bakamaz, aklı başından gider. Buradan, Bursa’nın Filadar Ovası’nda olan köyler, kasabalar, bağlar, bostanlar, Nilüfer Nehri ile sulanmış ova, bukalemun süsü gibi yapraklar halinde görülür. O kadar büyük bir dağdır ki, Bursa şehri altta gizlendiği için Ulucami, İç Kale ve Bedesten semtleri kesinlikle görünmez. Ancak uzak yerler de bir bir görülür. Öyle yüksek bir yerdir. Burada göğe yükselmiş yalçın kayalar vardır ki, kimi ejderha gibi, kimi file benzer. Bazısı gemi ve kartala benzer, korkunç şekilde garip ve tuhaf yapılıdır. Buradan hareketle kıble tarafını yokuş yukarı sümbül ve reyhan bahçeleri içinden geçtik, ancak buralarda büyük ağaçlar yoktu. Sadece yeşillikler ve kır çiçekleri olan yerlerdir. Beş saat sonra başka bir menzile vardık.”

Seyahatname’ye göre, eskiden buradan aya bakarlarmış. Ramazan ayının başlangıcında “hilal” görünür mü görünmez mi, buradan baktıkları için buraya “Bakacak” denmiş… Eğer Ramazan hilalini görürlerse, ateş yakarak şehir halkına haber verirlermiş. Böylece kaleden toplar atılarak ertesi günü oruç tutulurmuş. Keşişlerin evlerini saklayan Küçük Zirve’si Keşiştepe’ye ulaşmak, Evliya Çelebi’nin Bursa ziyareti sırasında en tepesine çıkıp “Kulle-i Cihan” olarak adlandırdığı “Büyük Zirve”si ise Karatepe’ye adını yazmak içinmiş…

“Erguvan Faslı”



Yine Uludağ’ın en süslü çiçeği olan Erguvan hakkında ise bu çiçeğe metihler düzenlenen Erguvan Sohbetleri’nden dem vurmuş, Türklerin baharın müjdecisi saydıkları erguvan ağaçlarından heyecanla bahsetmiş… “Şehrin meyveli ve meyvesiz ağaçları, çeşit çeşit çiçekleri, özellikle çiçek açan ‘Erguvan Ağaçları’ oldukça boldur. Bundan dolayı her yıl Emir Sultan Hazretleri adına ‘Erguvan Faslı’ yapılır ki, her yerden deniz gibi insanlar buraya akar. Bu öyle bir şenliktir ki, kalem bunu anlatmakta aciz kalır. Böyle bir cemiyet ancak Emir Sultan aşkıyla mümkündür.”



Sudan ibaret Bursa

Evliya Çelebi, Uludağ’ı öve öve bitirememiş ve âb-ı hayata (ölümsüzlük suyu) benzettiği 1060 adet pınardan, Pınarbaşı’ndan çıkıp Zirve Tepe’ye yaptığı geziyi ve enteresan gözlemlerini seyahatnamesinde ayrıntılarıyla aktarmış… “Kısaca Bursa demek, sudan ibaret bir sözdür” diyerek Bursa sularını anlatan seyyahın notlarında, Bursa’da 23.000 hanenin içerisinde bulunanların haricinde 2060 adet çeşmenin bulunduğu yazıyor. “Keşiş Dağı’ndan gelen suların kaynağı 17 adettir. Bunların en önemlisi Pınarbaşı’dır. Pınarbaşı’dan başka Şeker Kaynağı, Selam Kayası Kaynağı, Kral Kaynağı, Murad Dede Kaynağı gibi meşhur kaynakları vardır. Ağız tadı olanlar bu 17 kaynaktan ve nice yüz çeşmeden su getirip içip safa ederler.”

O kadar çok dikkat çekici not var ki Uludağ’a dair… Uludağ’ın, İstanbul’un ve Marmara denizinin güneydoğusunda bulunması ve eski adının da Keşiş Dağı olması nedeniyle güneydoğudan esen rüzgâra “keşişleme” denilir. Kısaca Bursa’dan rüzgâr esiyorsa, adı lodos değil “keşiş”lemedir.

elebi üzerinden geçtiği Nilüfer nehrini de şöyle anlatır: “Bir akarsudur ki, bahar mevsiminde asla geçit vermez. Kıble tarafından Ruhban dağından, Keteli, Kestel dağlarından gelip coplanarak Filadar sahrasından akar, binlerce ekili ova ve hurmalıkları sular. Yol üzerinde sağlam bir köprü vardır ki, her lâkı alâim-i semâdan nişan verir. Bunu Nilüfer Sultan yaptırdığından, adına nisbetle ‘Nilüfer köprüsü’ derler. Nehir buradan geçerek, batı taraftan denize dökülür. Buradan iki saat giderek Bursa’ya girdik.”

Çarşılarla çevrili Bursa



Bursa hakkında yazılanlar oldukça fazla… İmaretlerinden, hâkimlerinden, aşağı kalesinden, camilerinden, hanlarından, medreselerinden, tekkelerinden, tüccar hanlarından, kervansaraylarından, bekar hanlarından, çeşmelerinden, değirmenlerinden, hamamlarından, çarşı ve pazarlarından, kahvelerinden, köprülerinden, mesirelerinden, yaylalarından, tatlı havası ve suyundan, yiyeceklerinden, sanayisinden, geçmiş padişah ziyaretlerinden, alimlerinden ve seçkin maarif sahiplerinden bahseder Evliya Çelebi…

Örneğin Bursa çarşılarını şu şekilde aktarmış büyük gezgin: “Bedesten, Bursa Çarşısı’nın merkezinde yer alır. Diğer çarşılar bunun çevresinde kurulmuştur.” Evliya Çelebi’ye göre, Bedesten’in dört çevresi kuyumcular çarşısı imiş. Bunun çevresinde Gazzazlar Çarşısı, Kavukçular Çarşısı, Takkeciler Çarşısı, İplikçiler Çarşısı, Bezzazlar/Bezciler Çarşısı (manifaturacılar), Halat Çarşısı, Gazazlar (iplikçiler), Gelincik Çarşısı ile Hallaçlar Çarşısı (pamukçular) ile çevrili imiş. Bu çarşıların üzeri, önceleri kurşun örtülüymüş ve bazı yerlerinde demir pencereleri varmış. Hamhalet Çarşısı’ndan, Gelincik Çarsısı’ndan, Uzun Çarşı’dan, Kebapçılar Çarşısı’ndan ve Yemiş Pazarcıları Çarşısı’ndan bahsetmiş. Yine ona göre bu çarşıların her köşesinde mutlaka bir çeşme varmış. Ayrıca bugünkü yeni Kapalı Çarşı’nın uzantısı olan; Saraçhane Çarşısı varmış ki bu çarşıda her türden esnaf varmış. Uzun Çarşı’da Pirinç Hanı yanında ise Kebapçılar Çarşısı varmış. Ayrıca bir de Bakkallar Çarşısı… Burada bulunan hoşafçıların, sadece Bursa’da bulunduğunu yazan Çelebi, ipek çarşılarının da güzel olduğunu yazmış. Dükkanların çoğu kuyumculuk üzerine satış yapar demiş… Çarşılarının hepsinin 9000 dükkân olduğunu da notlarına eklemiş.

Kayhan Çarşısı’nda bazı günler sebze pazarları kurulurmuş. Çevresinde ve Kapalı Çarşı’ya doğru ise, Bursa’nın ünlü bıçakçıları varmış. Hayran kalınası bir gözlem yeteneğine sahip Evliya Çelebi bu çarşıda, yemiş pazarcılarının dükkânlarını meyve dalları ile süslediklerini yazar.



1648’de Şam yolculuğu esnasında İznik’e uğrayan Evliya Çelebi bu kez şöyle der: “Burada insanı hayretler içerisinde bırakan bukalemun (çok renkli) nakışlı öyle çiniler işlenir ki, tarifinden dil acizdir.” İznik’i İznik yapan yegane şeyi anlatırken dil gerçekten de acizdir…

“Sallanan köprü”, efsane dolu tarih



Evliya Çelebi’nin, Seyahatname’sinde övgülerle anlattığı, varlığı hakkında dilden dile aktarılan efsanelerin konuşulduğu Irgandı Köprüsü; yaşadığı onca yıkımdan, geçirdiği bir dizi restorasyondan sonra 2004 yılında bugünkü görünümüne kavuştu. Hem sanat, hem tarih, hem mucizelerle dolu bir yer Irgandı Köprüsü. Görünümüyle büyülediği, kendine hayran bıraktığı gibi dünya çapında bir ünü de var. Bulgaristan’ın Lofça kentindeki Osma Köprüsü, İtalya’nın Floransa kentindeki Ponte Vecchio Köprüsü ve Venedik’teki Rialto Köprüsü ile birlikte, dünyada “çarşılı köprü” olma özelliğine sahip 4 köprüden biri. Ayrıca diğerlerinden çok daha eski. Köprü 15. yüzyılda Irgandılı Pir Ali olarak anılan bir beyin oğlu Hoca Müslihiddin tarafından yaptırılmış. Mimarı ise Abdullah oğlu Timurtaş’mış. Ancak köprünün başındaki bilgilendirme tabelalarında da bulunan Evliya Çelebi’ye göre köprünün varlığını, dinleyenleri hayretler içinde bırakan bir hikâyeye borçluyuz.

Tüyler ürperten efsaneye göre Orhan Gazi Bursa’yı fethettiği sırada, askerlerden biri tam da bugün bu köprünün bulunduğu yerden yükselen bir ses duymuş. Ses “Çıkayım mı? Geleyim mi?” diyormuş. Yiğit asker ise kılıcına davranmış ve gizemli sese “Çık bakalım ne yapabilirsin?” diye karşılık vermiş. Kılıcını sesin geldiği yöne doğru sallamasıyla birlikte büyük bir gürültü kopmuş ve “ırgalanan” (sallanan) yerden kıymetli bir hazine çıkmış. Aşağıdaki dere bir anda altınlarla, sikkelerle dolmuş. Askerin heyecanla koşup durumu anlattığı Orhan Gazi askere Bursa’da hayır yapmasını emretmiş. Hazinenin onda birini devlete bağışlayan asker, kalanıyla orada bir köprü yaptırmış ve adını da hazinenin ortaya çıktığı gibi “sallanan, yerinden oynayan” anlamına gelen “Irgandı” koymuş. Varlığıyla Osmangazi ve Yıldırım ilçelerini birbirine bağlayan Irgandı Köprüsü, hakkında anlatılan bu efsaneyle de Bursalıları gizemli tarihine bağlıyor. Her ne sebeple yaptırılmış olursa olsun, varlığı Bursa için hem kültürel, hem tarihi hem de mimari açıdan büyük bir değer taşıyor.

Bursa Mutfağı’na methiyeler…                            

Bursa yiyeceklerine övgüler sıralayan ünlü seyyah şunları yazmış: “Evvela has ve beyaz somunu İstanbul’un Tophane somunu lezzetinde ve beyaz çakıl ekmeği bir diyara mahsus değildir, beyaz katmer gül gibidir. Katmerişi, kâhisi, gözlemesi ve beyaz tandır kirdesi (ekmeği) de bu şehre mahsustur. Kirde Kebabı (Kirde ekmeği ile yapılan bir nevi pideli kebap) da gayet tazedir. Zira koyunları Keşiş Dağı’nda otlayıp yol zorlukları çekip zayıflamadan boğazlanırlar. Gayet semiz etleri olduğundan Kirde kebapları meşhurdur. Ve tahinlisi ve beyaz misk kokulu helvası… İçeceklerinden Pınarbaşı’nın hayat suyu, 17 adet pınarlarının hayat veren suları, çeşit çeşit hoşaflar, renk renk şerbetleri, tantanalı ve mücevher Yemen kahveleri, ilik gibi süzme bozaları, Handan bey şerbeti, Tirelioğlu şerbeti, Karanfilli şerbeti ve Sücahoğlu şerbeti…”

Bursa’nın yiyecekleri hususunda bunları belirten Evliya Çelebi meyvelerini ve sebzelerine de ayrıca değinmiş… Bursa’nın armudunun, çeşit çeşit sulu üzümünün, kaysısının, sulu kirazının, dutunun çok meşhur olduğunu ve kestanesinin yeryüzünde eşi olmadığını da notlarına eklemiş…

Bursa kahveleri, bozahaneler…

Evliya Çelebi’nin övgüyle bahsettiği bir husus da Bursa kahveleridir. Bu kahvelerin aynı zamanda birer irfan yuvası olduğundan bahseder. Kahvehanelerin yanı sıra herkesçe meşhur olan 97 adet bozahanelerinden bahseder ve “hiçbir diyara mahsus değildir ” diyerek yere göğe sığdıramaz. Bursa’da artık hiç bozahanenin olmayışı da ayrı bir üzüntü verici husustur. “Pak çinili, nakışlı tavanlı ve kargir sofalı biner adam alır bozahane ve buzhaneler vardır ki temmuzda bodrum katlarında bozalarını buzlar üzerine koyup bozaları göğreyip (mavileşip) bozarıp soğuk olur, cüllap gibi pak bozası olur” diyerek anlattığı bozahanelerde çalgıcıların yanı sıra hoş ve tatlı boza sakileri de vardır. Bu sakilerin güzelliğinden ve bellerindeki Bursa’nın kırk kalem işlemeli peştamallarından da övgüyle söz eder.




İLLÜSTRATİF BURSA HARİTALARI VE HAZİNE AVI OYUNU HARİTASI

 








https://www.bursa.com.tr/tr/turizm-haritalari/221 


DAÜSSILA/BURSA'DA BİR HAFTA/SÜLEYMAN NAZİF

  SÜRGÜN İTTİHATÇI SÜLEYMAN NAZİF
Süleyman Nazif için Bursa’nın apayrı bir yeri vardır ve hayatının geri kalan yıllarında Bursa’yı hasretle hatırlamıştır.
Servet-i Fünun'cular arasında yer alan Süleyman Nazif in 1897 yılında Bursa'da vilâyet mektupçusu olarak "ikamete memur" edilmesiyle, kentteki edebiyat yaşamının renklendiği söylenebilir. Bu değerli edebiyatçı, o zamanki Vilayet Matbaası'nın başına getirilmiş, burada basılmakta olan Hüdavendigâr gazetesinde yazmaya başlamıştır. Süleyman Nazif'in Bursa'daki zorunlu kalışı 1908 Devrimi'ne değin sürmüştür.
M eşhur şair Süleyman Nazif, Bursa ile bütünleşmiş önemli edebiyatçılarımızdandır. İlk defa Vilayet Mektupçusu olarak tayin edilmesi üzerine 29 Kasım 1897’de Bursa’ya gitmiştir. Bu görevine on iki sene boyunca devam etmiştir. Nazif, ömrünün sonuna doğru, 1924 yılında Bursa’da geçirdiği uzun yılları yâd etmek ve maziyi yeniden hatırlamak amacıyla bir seyahat gerçekleştirmiştir. Bu seyahatinde edindiği Bursa izlenimlerini de kendisinin baş muharrirlik yaptığı ve haftalık olarak neşredilen Resimli Gazete’de, 28 Haziran- 9 Ağustos 1924 tarihleri arasında “Bursa’da Bir Hafta” başlıklı yedi seri yazı olarak tefrika etmiştir. Biz bu yazımızda Süleyman Nazif’in “Bursa’da Bir Hafta” tefrikasından yola çıkarak onun Bursa hakkındaki düşüncelerini ve seyahatini ele alacağız.
Süleyman Nazif Malta’da sürgün olduğu 1920’de kaleme aldığı “Dâüssıla” manzumesini Bursa’yı düşünerek ve özleyerek kaleme aldığını anlatmaktadır.
Süleyman Nazif ve Bursa Süleyman Nazif için Bursa’nın apayrı bir yeri vardır ve hayatının geri kalan yıllarında Bursa’yı hasretle hatırlamıştır. Bu hissiyatını “Bursa’da Bir Hafta” tefrikasında “Bursa benim huzur ve sükûn ile milli ve feyyaz [bereketli] bir melâz-ı [sığınılacak] fikir ve ruhum olmuştu… Bursa bana ve aileme, tam yüz kırk dört ay, müşfik bir ana kucağı oldu.” şeklinde ifade etmektedir.

 

Malta’da sürgün olduğu 1920’de kaleme aldığı “Dâüssıla” manzumesini Bursa’yı düşünerek ve özleyerek kaleme aldığını ise şu satırlarla anlatmaktadır: “Malta adasında Dâüssıla manzumesini yazarken hep Bursa’yı düşünmüş, Bursa’yı anmış ve Bursa’nın hasretiyle yanıp durmuştum, daha doğrusu Avrupa ile Amerika arasında tıkılmış olan o küçük ve Türkler için daima meş’um [uğursuz] kaya parçasının üstünde Dâüssıla neşidesini [manzume] bana Asya’nın en güzel cennetlerinden biri olan Bursa yazdırmıştı:

 

“Zevâhirin beni ta’zib eden güzelliğine,Taaccüb etme, melâlim durursa bigâne Dumanlı dağların, ağlar gözümde tüttükçe / Olur mehasin-i gurbet de başka işkence. Bizim diyar-ı tahassürden etmemiş mi güzer? / Acep neden yine lâkayd eser nesim-i seher? Verirdi belki tesellâ bu ömr-i me’yusa, Çiçeklerinden uçan ıtra âşina olsa…”1 Beyitleri Bursa’nın dağlarına, rüzgarlarına, çiçeklerine ilan edilmiş bir aşk ve iştiyaktan başka bir şey değildir. Manzum yazılarım içinde en çok bu eserimi severim. İhtimal ki Bursa’yı her yerden ziyade sevdiğim için…” 

 

Süleyman Nazif, 1924’te gerçekleştirdiği seyahatini anlatırken önce eski Bursa’dan yani 1897’de Vilayet Mektupçuluğu yaparken gördüğü şehirden bahseder. Elbette şimdiki Bursa eskiyi anımsatmakla beraber aynısı değildir. Daüssıla manzumesi de o dönemki Bursa’dan esinlenilerek yazılmıştır. Araya savaşlar girmiş, hatta Bursa bir de işgale uğramıştır. Zaman Süleyman Nazif’in gözünden bir şerit gibi geçmektedir. Nihayet sözü Bursa’nın hâl-i hazırına getirerek seyahatini anlatmaya başlar.

 

Galata Rıhtımından Mudanya’ya Hareket Bursa seyahati için hazırlıklarını tamamladıktan sonra Süleyman Nazif, 6 Haziran Cuma günü sabahleyin Galata yolcu salonuna gelir. Bir mahşer yerini andıran yolcu salonundaki düzensizlik ve intizamsızlıktan haklı olarak çokça şikâyet eder. Galata rıhtımından Seyr-i sefain idaresine ait Kocaeli vapuruna binerek ayrılır. Yirmi sekiz sene evvel 1897’de Mudanya’ya gittiği Edremit vapuru ile Kocaeli vapurundaki seyahatini mukayese ederek Kocaeli vapurundaki hizmetten memnuniyetini dile getirir. Vapurda eski dostlarından Ahmet Rıza Bey (2)  ile karşılaşır ve birlikte seyahat ederler. Bunları kaleme alırken Süleyman Nazif, Ahmet Rıza Bey’den ve Meşrutiyet zamanında yaşanan siyasi hadiselerinden de bahseder.

 

Mudanya Şehitler Abidesi Yola çıktıktan dört saat sonra Süleyman Nazif Mudanya iskelesine ulaşır. Zamanın Bursa valisi Kemal Bey, o esnada imar ve iskân işlerini takip için Mudanya’da bulunmaktadır. Nazif, Kemal Bey ile tanışır. Ardından Vali Bey ile beraber Mudanya iskelesinin yakınında, Millî Mücadele döneminde İngilizlerle savaşırken şehit olan sekiz asker anısına yapılmış abideyi ziyaret eder. Bu ziyaret esnasında Ahmet Rıza Bey de Süleyman Nazif ile beraberdir. Şehitlerin huzurunda Süleyman Nazif ve Ahmet Rıza Bey müteessir bir ruh haline bürünür.

 

Bursa’ya Varış Aynı gün öğleden sonra Mudanya’dan trenle Bursa’ya doğru yine birlikte hareket ederler. Tren yolculuğu boyunca Yunanlılar tarafından tahrip olmuş köylerde yeniden imar ve ziraat faaliyetlerinin yapıldığına şahit olur. Bursa’ya vardıklarında Nazif, Bursa ile Çekirge arasındaki yolun bozukluğundan yakınır. Belediye tarafından yolun taşla döşenmeye başlandığını söyler.

 

Süleyman Nazif Bursa’da Vali Kemal Bey tarafından makamında kabul edilir. Bu esnada Bursa valilerinden söz açarak o zamana kadar öne çıkan dört Bursa valisini şöyle ifade etmektedir: “Bursa, payitahtlığı evvela Edirne’ye ve pek az fasıla ile İstanbul şehrine devr ettikten bugüne kadar, oraya gitmiş olan yüzlerce valiler arasında yalnız dört isim kalmış: Ahmed Vefik Paşa, Nazif Paşa, Mahmud Celaleddin Paşa, Reşit Mümtaz Paşa.”

 

Bursa Kaplıcaları Ardından Bursa’nın kaplıcalarından söz açan Süleyman Nazif, kaplıca sularının sağlık için pek faydalı ve önemli olduğunu söylemektedir. Ancak bu kaplıcaların bakımsız, hamamlarındaki buhar aletlerinin de eski olduğundan yakınmaktadır. Kaplıcaların Avrupai tarzda tanzim edilmesi gerektiğini ve Allah’ın bu beldeye ihsanı olan bu kaplıcaların böyle perişan bir halde bırakılmaması gerektiğini dile getirmektedir.

 

Karanlık Günlerden Aydınlığa Yeşil Bursa Süleyman Nazif, işgale uğramış ve kara günler geçirmiş olan Bursa şehrine giderken onu harap ve sükût içinde bulmayı beklerken Bursa’yı canlı ve yemyeşil bir halde bulduğunu şöyle ifade ediyor: “Mütarekenin karanlık senelerinde Yeşil Bursa da pek çok çekmiş, pek çok inlemiş. Hâlâ çehrelerin sükûn ve tevekkülünde o kabuslu rüyanın izleri ve işmi’zâzları [ürperme] izleri görünüyor. İhtilaf-ı edyân ile tezat-ı menafianın beşeriyyeti kudurttuğu gün ve senelerde Bursa’nın masum gözleri ne kadar faciaya şahit olmuş!.. Bursa’ya giderken o hatıratın hâlâ menazırı teellüm [acımak] ve izlâm [zulüm] etmekte olduğunu zan ediyordum. Hayır, kara günlerden hiçbir eser bir nişane kalmamış. Tabiat, müşfik ve gafur bir tecahül-i arifle o kara günleri unutmaya unutturmaya çalışıyor. Yine her taraftan baştan başa yemyeşil… Hava-i nesimiyeyi gaşy-aver [bayılma] ıtırlarla dolduran gülistanlarda bülbüller aşkın en müteheyyiç ve müheyyiç [heyecan veren] destanlarını terennüm ediyor. Beyaz birer güvercin kümesi şeklinde şahikalarına doğru yükselmek isteyen bulutları Keşiş dağı sık sık bağrına basmakta… Ölümü insana unutturacak ve inkâr ettirecek bir cû-şiş-i [coşkun] hayat ile her vadi pür şetaret…”

 

Bursa Muhacirleri Süleyman Nazif, 6 Haziran Cuma günü geldiği Bursa’dan bir hafta sonra yani 14 Haziran Cumartesi günü İstanbul’a dönmeye karar veriyor. 12 Haziran Perşembe gününü Bursa’yı dolaşmaya ve hatıralarıyla baş başa kalmaya ayırıyor. Öğleden sonra otelden ayrılarak önce Muradiye semtine uğruyor. Evlerin çoğu harap ve sokakların çoğunun boş görüyor. Camsız, çerçevesiz hanelere muhacirlerin yerleştirildiğini söylüyor. Burada Bursa’ya zaman içinde gelen muhacirlerden ve muhaceretten söz etmeye başlıyor. Bursa’ya ilk muhacirlerin doksan üç harbi (1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı) sonrasında geldiğini anlatıyor. Bunların pek çok sıkıntı çektiğini ancak şimdi Bursa’da müreffeh bir hayat yaşadıklarını bildiriyor. Muhacirler içinde Bursa’ya gelip yerleşenlerin en mesut kimseler olduğunu bize söylüyor. Bu muhacirlerin yanlarında getirdikleri maddi ve manevi sermayenin memlekete faydası dokunacağını anlatıyor.

 

Muradiye Semti’nden Hisar’a Bursa’da kaldığı yıllarda pencerelerinden musiki taşan Muradiye semtini böyle sükût içinde görmek kendisini ziyadesiyle müteessir ediyor. Muradiye’den Hisar’a doğru olan yokuşu inerek Ahmed Vefik Paşa ve Reşit Mümtaz Paşa’nın Bursa’ya armağanı olan Gureba Hastanesi’ne varıyor. Gureba Hastanesi’nin faaliyet içinde olduğunu ve kimsesizlere sağlık hizmeti sunduğunu memnuniyetle dile getiriyor. Hastane’nin bânisine yani Ahmed Vefik Paşa’ya rahmet ve o zaman hâlâ hayatta olan Reşit Mümtaz Paşa’ya da hayırlı ömür duasında bulunuyor.

 

Osman Gazi ve Orhan Gazi Türbelerinde Ardından Süleyman Nazif, Osman Gazi ve Orhan Gazi’nin türbelerine geliyor. Bu türbeler ile ilgili izlenimlerini ise şöyle dile getiriyor: “Osman ve Orhan Gazilerin türbelerini hastahaneden daire-i askeriye tefrik eder. Bursa’nın manzarası en güzel yerlerinden biri olan burada baba ile oğul karşı karşıya, ayrı birer kubbe dahilinde medfundurlar. Yine bizim zamanımızda sık sık ziyaret ve temaşa olunan bu türbelerin kapıları kapalı, bahçesinde çocuklar oynuyor ve birkaç adam da birer tarafta Bursa ovasının bi-nazar yeşilliklerine nazarla dalmış, düşünüyordu. Bahçenin sed üstündeki parmaklığına dayanarak, Mekteb-i İdadi-i Askeri üstündeki dağdan karşıdaki Demirtaş köyüne ve Karsak dağına kadar olan levha-i sebzini temaşaya başladım.”

 

Süleyman Nazif Bursa’nın bu latif manzarasını seyre dalmışken yanına yaşlı bir adam gelerek kendisine “Safa geldiniz Mektupçu Bey” diyerek söze başlıyor. İhtiyar adamın “Mektupçu Bey” ifadesi Süleyman Nazif’in pek hoşuna gidiyor. Ona Bursa’da Mektupçu olarak kaldığı yılları hatırlatıyor. Nazif, ihtiyar adamla bir süre sohbet ediyor. Bu sohbeti Süleyman Nazif şu satırlarla aktarıyor: “Hisarlı aşina ile orada sohbete koyulduk. Mütareke senelerinin fecâyiini bir kere de bu saf, mütevekkil ve garazsız Türk'ün yorgun sesinden dinliyordum”.

 

Ayrıca Bursa’nın farklı semtlerinde medfun bulunan sultanların semt sakinleri tarafından iftihar vesilesi olduğunu söyleyen Süleyman Nazif bu durumu şöyle dile getiriyor: “Şehrin kalbi olan Hisar, Osmancık ile iftihar eyler; Yeşil Türbe’ye gelenleri oranın halkı, Çelebi Sultan Mehmed’in birer aziz misafiri imiş gibi mahzuziyetle karşılar; Yıldırım mahallesinin -ekseriyetle Tatar muhacirlerinden müteşekkil bulunmak gibi bir cilve-i nevine mazhar olan- sekenesi mağlup padişahın kabadayılığı Timurlenk’in galibiyeti fevkinde bir meziyet sayar; kendilerini Muradiyeliler Murad-i saninin evladı, Çekirgeliler Hüdavendigar’ın türbedarı zannederler.”

 

Hisarlı ihtiyardan ayrıldıktan sonra Süleyman Nazif, Cami-i Kebir (Ulu Cami) karşısındaki caddeden yukarı doğru çıkmaya başlıyor. Bursa’da kaldığı yıllarda toplam altı evde ikamet ettiğini ve bunları yeniden görmek arzusunda olduğunu söylüyor. Bu evleri tek tek gören Nazif, dördünün yerinde ve bıraktığı halde ikisinin ise yerinde olmadığını ifade ediyor. Evlerden birinin sel sularının götürdüğünü diğerinin ise yandığını bildiriyor.

 

İkamet ettiği evler içinde beşinci sırada olan haneye yakın olan Maksem köprüsüne ulaşan Nazif, köprünün parmaklıklarına dayanarak derin düşüncelere dalar. Gökdere’yi seyrederken kendi hayatını ve geçen elli beş senelik ömrünü gözünün önüne getirir. Nazif, burada Bursa seyahati hakkındaki tefrikasına son veriyor.

 

İstanbul’a dönüş yolculuğu hakkında herhangi bir bilgi vermemektedir. Bursa seyahatinden birkaç sene sonra Süleyman Nazif 4 Ocak 1927’de elli sekiz yaşında hayata veda etmiştir. Seyahat notlarını sonunda “Adına ‘dünya’ dedikleri bu menfa-i ervahı, Bursa’yı bir kere daha göremeden, terk etmek ruhuma maâd-i ebediyesinde bir dert, bir hicran olacaktır.” diyerek, ölmeden önce Bursa’yı bir kere daha görmek arzusuna ulaştığını belirtmektedir. Böylece uzun yıllar kaldığı Bursa’ya ömrünün sonlarında bir haftalık seyahatte bulunmuş ve hem maziyi yeniden hatırlama hem de Cumhuriyetin ilk yıllarındaki değişen Bursa’yı görme fırsatı bulmuştur. 

 

Dipnotlar 1. Bu manzume Süleyman Nazif’in Malta Geceleri eserinde “Dâüssıla” ismiyle yer almaktadır. Teşrin-i Sani 1920’de yazılmıştır. 
2. Türk siyaset adamı Ahmet Rıza Bey, 1859-1930 yılları arasında yaşamıştır. Galatasaray Sultanisini bitirdi. Bursa Maarif Müdürlüğü görevinde iken 1897’de istifa etti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nde yer aldı. Çeşitli dergi ve gazetelerde Osmanlı idaresini eleştiren yazılar yazdı. Paris’te Meşveret gazetesinin Fransızca ekini çıkardı. II. Meşrutiyet ilan edilince İstanbul’a geldi. Ayan Meclisi üyeliğinde ve daha sonra başkanlığında bulundu. Meclis-i Mebusan’da İstanbul mebusu olarak yer aldı. Bir aralık Meclis-i Mebusan reisliği yaptı. 1919’da Fransa’ya gitti. Lozan Antlaşmasından sonra yurda döndü. Siyasî hayattan çekilerek anılarını yazdı.  




Cumhuriyetin İlk Yıllarında Süleyman Nazif'in Gözünden Bursa


By Ruveyda Okumuş

visibility

136 Views
description

5 Pages
link
1 File ▾
2018, Bursa Günlüğü


sell
Bursa,

Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı,
Türkiye Cumhuriyeti TArihi,

Bursa şehri tarihi
Show less
keyboard_arrow_up
Publication date: 2018

Publication name: Bursa Günlüğü
https://www.academia.edu/38080132/Cumhuriyetin_%C4%B0lk_Y%C4%B1llar%C4%B1nda_S%C3%BCleyman_Nazifin_G%C3%B6z%C3%BCnden_Bursa