28 Şubat 2025 Cuma

MERHABA YEŞİL/BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

Seslendiren: Ödül Naz Erkul                                 



  Görsel:  https://timeoutbursa.blogspot.com/2012/04/yesil-bursanin-yuzuk-tasi-yesil.html

 MERHABA YEŞİL

Yeşile de deli gönül yeşile

Kara sevda katmer katmer açıla

Muhabbet bir ekin gibi yeşertmek

Yeşertmeyen ateş alev tutuşa

***

Yeşile de deli gönül sımsıcak

Bu yeşil yağmurdur yağdı yağacak

Muhabbet bir ekin ekip yeşertmek

Bir yeşil kıyamet koptu kopacak

***

Yeşile de deli gönül uçalım

Tepeden tırnağa çiçek açalım

Muhabbet bir ekin ekip yeşertmek

Yeşertmeyen yerden yârdan geçelim

***

Yeşile de deli gönül gözüne

Karışalım ak gürgenin hızına

Muhabbet bir ekin ekip yeşertmek

Canım kurban Kâtibi'nin sözüne

***

Yeşile de deli gönül hıncınan

Başı boş bedava bir sevincinen

Muhabbet bir ekin ekip yeşertmek

İster kalem kâğıt ister vincinen

***

Yeşile de dil gönül tümümüz

Yeşil bizim dünya ahret dostumuz

Muhabbet bir ekin ekip yeşertmek

Yeşil yeşil tütüp gitsin canımız

***

Yeşile de deli gönül merhaba

Erikler, vişneler, dutlar merhaba

Muhabbet bir ekin ekip yeşertmek

Sahipsiz yoncalar, otlar merhaba

(1956) 

16 Şubat 2025 Pazar

SELAM/SABAHATTİN ALİ


                                                     SELAM

Seslendiren: Elif Esma Akbal

Yatağın içinde dönerek güneşin yüzüme vurmayacağı bir köşeye kaçtım. Faydasız! Birkaç dakika sonra keskin bir ışık beni olduğum yerde buluyor ve yüzümü, ensemi yapışkan bir tere boğuyordu. Bu sırada yattığım otelin altındaki kahvenin gramofonu da uykuya devam yolundaki son irademi kırdı. Boğuk sesli bir hanende avaz avaz:

Gözlerine sürme çek, Kına yak parmağına!

diye bağırıyordu. Kalktım, giyindim ve beni bu küçük kasabada alıkoyan sersemlik için için güldüm.

Bursa’da bir ahbabı görmek ve bir müddet edebiyattan başka mevzularda konuşmak için yola çıkmıştım. Yalova’da oldukça rahat bir kamyona yerleşmiş ve bir sürü tehlikeli ve güzel kıvrımlardan sonra Orhangazi, namıdiğer Pazarköy’e gelmiştim. Bu küçük kasabaya inerken uzaktan gördüğüm İznik Gölü beni garip bir cazibe ile kendine çekti. Hiç sebep yokken otobüsü kaçırdım ve burada kaldım. Muayyen kaide ve mantıklara tabi olarak geçen hayatımda bu, güya mühim bir kahramanlıktı.

Fakat menfaatlerin, ince hesapların emir kulu olmaktan kurtulmanın ve aklıma eseni yapıvermenin verdiği rahatlık ve gururun ömrü uzun sürmedi. Daha uğrunda yolumdan kaldığım İznik Gölü’ne giderken canım sıkılmaya başladı. Göle yaklaşınca yolu şaşırarak sazlıklar, bataklıklar arasında kayboldum. Güç hâl ile ulaştığım sahil de bana fevkalade bir manzara arz etmedi. Her büyük su kıyısı gibi bir miktar kum, bir miktar çakıl ve rüzgârın şiddetine göre dalgalanan manasız bir satıh! Yegâne yenilik, bu suyun tuzsuz olduğunu bilmekten ibaretti.

Tekrar yolu kaybetmekten korkarak acele kasabaya döndüm. Ortalık kararmış, birkaç dükkânda sönük petrol lambaları ve konduğum otelin altındaki kıraathanede, ziyası yükselip alçalan bir lüks yakılmıştı. Önünden geçtiğim bir aşçı dükkânının camekânı iştahımı kapamaya kâfi geldiği için kahveye oturup bir çay ısmarladım ve bir miktar peynirle biraz üzüm getirttim. Bu sırada kendi kendime:

“Bende sahiden akıl yok…” diyordum. “Uzaktan erimiş kurşun gibi parladığını gördüğüm bu su beni yolumdan alıkoyuyor. Düşünmüyorum ki, o su ancak uzaktan çok güzeldir. Onunla yakından temas etmek, bir sürü küçük, fakat yekûnu büyük münasebetsizliklere katlanmaya mecbur olmak demektir. Yaşım otuzu geçti. Bu manasız heveslere oyuncak olmanın bir macera telakki edileceği yaş değildir. Küçük şeyler için büyük fedakârlıklarda bulunmayı kabadayılık telakki edecek değilim ya?”

Gece ilerledikçe canımın sıkıntısı daha çok artıyordu. İçimde, bir alışverişte aldatılmış olmanın ezgisi vardı. Mermer masaların üzerinde, yıpranmış bir hâlde, o günün gazeteleri yatıyordu. Sabahtan beri iskelede, vapurda, Yalova’da, hatta otobüste evirip çevirerek gözden geçirdiğim sahifeleri bir kere daha karıştırdım. Uzak köşelerden birinde kâğıt oynayan üç memura gözlerimi dikerek yüzlerinden karakterlerini okumaya ve hiç olmazsa bu şekilde istifadeli bir iş yapmaya çalıştım. Fakat yaptığım işin onların ruhlarını okumak değil, kendi basit muhayyilemin uydurduğu şeyleri o şahıslara yamamak olduğunu pek çabuk fark ettim. Kalkıp odama çıktım.

Sabahleyin beni uyandıran güneş, daha evvel bütün odayı dolaşmış ve her köşeyi ayrı ayrı kızdırmışa benziyordu. Derhâl yataktan atlayarak giyindim. Çantamı kapattım ve sokağa fırladım. Ortalıkta, zaman zaman esen rüzgârın kaldırdığı tozlardan başka hareket yoktu. Yıkık bir caminin nasılsa ayakta kalmış olan bir minaresi duvarlar üzerinde çıkan bir yabani incir ağacıyla sarmaş dolaştı. Bir eskici, örsünün üstünde uyukluyor, yan sokaklardan birinde iki çocuk, pis bir suyolunun önünde topraktan bentler yaparak oynuyordu. Kahvenin gramofonunda, zavallı bir kadının sesi:

“Çıkmam Allah etmesin meyhaneden”

diye yırtınıyordu. Bursa’ya geçecek otobüslerin gelmesine daha bir saatten fazla vakit vardı… Ve ben, ruhu olmayan bu kasabadan kaçmak için can atıyordum.

Bu sırada karşıma çıkan bir berber dükkânı, istemeden elimi yanaklarımda dolaştırdı. Epeyce sakallı idim. İstanbul’dan gelecek olan zarif otobüs yolcularının arasına bu kılıkla binmek istemezdim. Benim buradan değil, kendilerinden olduğumu bir bakışta anlamalıydılar. Otele tekrar girip çantamı açmak, sıcak su isteyip tıraş olmak, sonra takımları yıkayıp yerleştirmek bana o kadar güç geldi ki, istemeye istemeye bu dükkâna yöneldim.

Berber: “Buyurun,” dedi ve fazla iltifat etmeden bir çekmeceden peşkir çıkarmaya, bir musluktan sıcak su almaya koyuldu.

Önümdeki uzun mermer masanın üzerinde, sinek pislemesine engel olmak için pudra ile damgalanmış yaldızlı çerçeveli büyük bir ayna vardı. Aynanın camı üzerinde istedikleri gibi faaliyet göstermelerine müsaade edilmeyen sinekler bu yaldızlı çerçeveye o nispette fazla kıymışlardı. Aynanın önünde ve masanın mermeri üzerinde, aynı şekilde sineklerin taarruzuna uğramış, çoban kolonyası şişeleri ve üzerlerinde Almanya İmparatoru palabıyıklı Wilhelm ile melaike yüzlü karısının resimleri bulunan iki pudra kutusu duruyordu. Duvarlarda, mahut sineklerin tahribinden kurtulamamış renkli resimler vardı. Bunlar, yel değirmenleri ve kanallarıyla bir Hollanda ovasına, mahzun yüzlü ve ağır yürüyüşlü ziyaretçileriyle bir orman kilisesini ve General Trikopis’in kılıcını teslim edişini gösteriyorlardı.

Berber kır saçlı, hafif çiçekbozugu, seyrek bıyıklarının arasından temiz disleri görünen kırk kırk bes yaslarında uzun boylu ve zayıf bir adamdı. Uzun boynunu ikide birde saga sola büküyor, daima bir seye hayret ediyormus gibi kaslarını kalkık tutuyordu. Bu yüzden alnı hep burusuk duruyor ve çehresi daima mühim meseleleri düsünüp halleden bir devlet adamı ifadesi alıyordu.

Önüne oturup yüzümü ellerine bıraktım. Iki avucunun bütün genisligiyle yanaklarımı ovalamaya baslamıstı ki, dükkânın kapısı önünde dokuz yaslarında bir kız çocugu peyda oldu.

Kapının esigine gelip sırtını duvara dayadıgını ve hiçbir sey söylemeden bekledigini pudralı aynada görmüstüm. Sarı saçlı basını önüne egmisti. Ayagında nalınların kayısından, biraz kirli, fakat muntazam parmaklar çıkıyordu.

Berber masanın çekmecelerinden birini açarak içinden bir miktar para aldı ve çocuga verdi.

‘’Al kızım, Feride kardeslerin nasıl? Validen iyi mi? ‘’ dedi.

Kız bütün bu suallere evet makamında basını sallayarak cevap verdi ve hemen uzaklastı; berber isine devam etti. Ben merak etmeye baslamıstım. Evvela kendi kızı zannettigim bu çocugun çekingen ve durgun hali bana garip geldi. Berberin tavrı sormaya cesaret vermedigi için muhtelif ihtimalleri düsünerek kendim bir neticeye

varmak istiyordum. Evvela, herhalde kendi çocugu, fakat karısından ayrılmıs olacak, dedim. Sonra akrabası olması ihtimalini hatırladım. Nihayet düsünmekten vazgeçtim. Fakat pek az sonra kızın, bası önünde, sessiz bekleyisi tekrar kafamda canlanıyor ve beni rahat bırakmıyordu.

Usturayı yüzümden uzaklastırdıgı bir sırada:

‘’Kızın mıydı?’’ diye soruverdim.

‘’Hayır!’’

Sükût.

Berber yüzüme yetismek için adamakıllı egiliyor ve uzun kollarıyla havada büyük hareketler yapıyordu. Yüzümü yıkamak için pirinç legeni sıcak suyla doldurmaya gitti. Sırtına dogru tekrar sordum:

‘’Dilenciye benzemiyordu!’’

Çocuga verdigi paranın, bir dilenciye verilen cinsten olmadıgını, otuz kırk kurusa yakın bulundugunu görmüstüm. Legeni getirip gırtlagıma dayarken:

‘’Dilenci degil!’’ dedi. Bir çekmeceden bir havlu çıkararak yüzümü kurulamaya basladı.

Isini bitirip bana ‘’ Saatler olsun’’ dedikten sonra:

‘’Bizim berber Yusuf’un kızıydı o! ‘’ diye ilave etti…

Bunu söylerken kaslarını kaldırdıgı için berber Yusuf’un mühim bir adam olduguna hükmettim.

‘’Kim bu berber Yusuf? ‘’

Karsı tarafta, kepenkleri kapalı küçük bir dükkân gösterdi:

‘’Surada dükkânı vardı!’’

‘’Ne oldu?’’

’Sorma!’’

Cevap verirken isine devam ediyor, havluları devsiriyor, legenin suyunu kösedeki bi gaz tenekesine bosaltıyordu. Pek hakiki olmayan bir merakla ve can sıkıcı bir hikâye dinlemekten korkarak:

‘’Öldü mü’’ dedim, ‘’bu berber Yusuf? ‘’

‘’Yok, canım, aldı basını gitti! ‘’

Ev kavgası, komsu kavgası, tarla kavgası… Bir sürü ihtimal kafamdan geçti ve

‘’Eyvah!’’ dedim. ‘’Hikâye galiba zannettigimden daha manasız! ‘’

Elimi cebime atarak para vermeye ve çıkmaya hazırlandım. Berber:

‘’Otobüslere daha vakit var. Otur da sana su Yusuf’un meselesini anlatayım.

Allah insanın aklını basından almasın, yoksa! ‘’ dedi.

Adeta emreder gibi söylemisti ve yüzünün hâkim tavrı, alnının burusukları beni itaate sevk etti. Otobüs bekledigimi nereden bildigine de ayrıca hayret ettim.

‘’Kırk yasında adam aklı basında oturmazsa iste böyle olur’’ diye basladı. ‘’Üç çocugunu da gözü görmedi, gül gibi ailesini de gözü görmedi, yirmi bes senedir ekmek yedigi dükkânın kapısını çekti gitti. ‘’ Sözlerinin beni pek fazla meraklandırmadıgını görünce biraz canı sıkılmıs gibi devam etti:

‘’Asagı yukarı bu zanaata beraber basladık. Ikimiz de çıraklıgımızı Bursa’da yaptık.

Elimiz usturaya, makasa yatınca gelip burada birer dükkân açtık. Hamdolsun, geçinip gidiyorduk. Memleketi gâvur aldı, kasabayı yaktı, biz kaçtık, surdaburda süründük, yine geldik, isimize basladık. Hepsi bir varmıs bir yokmus. Iyi gün de, kötü gün de düs gibi geçip gidiyor. Ben evlenmedim, kısmet degilmis. Artık hovardalık yapacak halimiz de kalmadı. Yusuf evlendi. Surdan, Büyükköy’den bir Çerkez kızı aldı. Üç tane de çocugu oldu. ‘’ Karsımda bir iskemleye oturup bacaklarını birbirinin üzerine atmıs ve sonra dügüm yapar gibi dolastırmıstı.

‘’Büyük kızını gördün: Tam anası… Ötekiler oglan. Allah bagıslasın. Kıymetini bilen için dünyaya bedel… Velakin, bizim Yusuf’un aklı yerinden gitmeye bahane ararmıs. Hiç de umulmazdı. Isinden gücünden baska seye baktıgı yoktu. Baksa da ne görecek? Dün aksamdan beri sen buradasın, bakındın bakındın da ne gördün?

Iste efendim, böylece geçip gidiyorduk. Derken iki üç ay evvel buraya bir kumpanya geldi. Kahvenin camlarını kara perdelerle örtüp orada oyunlar vermeye basladı.

Bizim gibi adamın orada ne isi var? Yalnız kızlar iki üç günde bir gelip saçlarına masa vurdururlardı. Allah bereket versin, bes on kurusları nasip olurdu. Günün birinde baktım, kızlardan biri isini bitirince çekip gidecegine Yusuf’un dükkânında oturup yarenlik ediyor. Allah Allah! dedim. Yusuf’un da konusacak lafı olur mu ki? Kız da ona söyleyecek ne bulur? Benim gibi biri… Üstelik tepesinde saçı da kalmamıs. Bir gün, iki gün, kız öglen demiyor, aksam demiyor, Yusuf’la oturup bakısıyor. Bir gün ne göreyim, Yusuf evden sazını getirmis. Güzel çalardı ha, delikanlılıgımızda az mı ahenkler yapmıstık, hovardalıkta az mı saz paralamıstık! Ama senelerden beri eline aldıgı yoktu. Dedigim gibi, bir gün dükkâna getirmis, tıngırdatmaya basladı. Bir gün, iki gün, arkası gelmez. Baktım kız da yavas sesle okuyor. Ahenk yolunda. Burada ne müsteri olacak? Aksama sabaha birkaç memur, pazardan pazara birkaç köylü… Is yok, vakit çok, insan bundan azarmıs zaten. Bir gün Yusuf’u çektim yanıma. Ülen, dedim, ne olacak senin halin? Ne var ki, dedi. Daha ne olsun?.. Güpegündüz koynuna alacak degilsin ya? Halinden utan! Yusuf bir kızardı aman, emmioglu, agzına aldıgın lafa bak. Sart olsun eli elime degmedi. Yarenligimden hoslanıyor herhalde… Bir iki de köy degisi çalıyorum, gülüp: Sag ol Yusuf Aga, diyor. O kadar… Böyleleri bize bakar mı?.. Ama bunu derken içi de kan aglıyordu. Neyse ki umudu yoktu. Ara sıra kız dükkâna ugramayıverirdi. Hani gece oyundan sonra efendiler ahenge götürürlerdi de sabaha kadar kızlara içirip oynatırlardı, ondan. Böyle zamanlarda Yusuf’un hali pek perisan olurdu. Melül melül önüne bakar, sazına dokunur, müsteriye itibar etmezdi. Birinin yüzünü kesiverecek de basına dert alacak diye korkardım. Arada benim dükkâna bir ugrardı. Ne haber senin avrattan deyince: Bırak su kahpeyi! diye celallenir, amma aksama dogru kız gelince sazını kucagına alıp boynunu büke büke çalardı. Her hallerini görürdüm; dükkânı ayna gibi karsımda… Yusuf yavru kuzu gibi karıya baktıkça domuzun kızı da sırıtıp oynasırdı. Ama Yusuf’un dedigine bakılırsa pek halden anlarmıs. Onun babası da berbermis. Altı aynalı dükkânı varmıs. Sekiz kardes oldukları için bunlara bakmazmıs. Kız da ekmegini bu yolda aramıs. Nasip buymus. Ille günün birinde isler bozuluverdi. Bizim deli Yusuf bir aksam duramamıs, kafayı çektigi gibi tiyatroya dayanmıs. Geçmis en öne kasılmıs. Karı onu orada görünce bir sasırmıs. Sonra gözünün ucuyla bir selam çakmıs. Yusuf kendini tutamayıp ‘Aaaah!’ diye bagırmıs. Kız bunun üzerine söyle bir daha baska türlü göz atmıs. Yusuf büsbütün kendini kaptırıp, ‘kurban olayım!’ diye çıgırmıs. Kaymakam köseden isaret edince Yusuf’un kolundan tutup dısarı atmıslar. O günden sonra kız bir daha Yusuf’un dükkânına gelmedi. Herhalde rezillikten korktu. Kart adamın sevdalısı tatsız olur, yapıstıkça yapısır… Öyle ya!.. Zaten çok da kalmadılar, üç bes gün sonra çekip Bursa’ya gittiler. Yusuf o geceden sonra kendini bıraktı, adamakıllı zebun oldu. Halinden korkmaya basladım. Kızı para istemeye dükkânın kapısına gelince bir bagırır, yedi mahalleye duyururdu. Kızcagız da, hani su az evvel buraya gelen, gözünü silip eve kaçardı. Ama çok sürmedi bes on günde Yusuf kendine gelir gibi oldu. Bir gün dükkâna ugradı: Bizdeki de akıl mı ya? dedi, öyleleri bize bakar mı? Gönül egledi gitti… Yalnız dilleri pek hostu. Dargın kaldıgıma yanarım! dedi. Durdu, durdu: Kim bilir simdi nerdedir, kimlere tatlı dil döküyordur? diye içini çekti. Yusuf, aklını basına topla, evine, ailene mukayyet ol, dedim. Allah bilir ya yürekten söylemedim. Bizde gönül hali nedir biliriz. Sevdalıya pent vermesi kolaydır. Gel de sevdayı çekene sor… Ama dedigim gibi, Yusuf kendini çabuk topladı. Çoluguna çocuguna bagırmaz oldu. Kızın lafını etmedi. Bir gün baktım, sazını da evine götürmüs…

Eh, artık bu da geçti diyordum. Bir gün Yusuf’la benim dükkânda oturup konusuyorduk. Bana bak Yusuf, dedim, insan hali iste böyle. On bes günlük ömrü on bes seneye sıgdıramazsın da, on bes senelik ömrü on bes günde yasayıverirsin!

Aldırma, Allah ömür verir de sakalımız agırır, belimiz bükülürse karsı karsıya oturur, bugünleri anıp söylesiriz. Insanın iyi günü de, kötü günü de geçer, elverir ki bugünlerden anacak bir sey kalsın! Yusuf basını sallar, içini çekerdi. Lakin gönlünün derdi kalmamıstı, her halinden belliydi. Iste o sırada içeri bizim Kara Hakkı girdi.

Hos geldin Hakkı, isler nasıl? dedi. Ortalarda görünmedin, delige girdin sandık…

Kara Hakkı pek köyde durmaz, Bursa, Balıkesir, Izmir’e kadar dolasır, keyif satardı.

Senin anlayacagın esrar götürürdü. Bizim buranın kendirinden çok âlâ esrar çıkar ha! Hakkı: Aleyküm selam dedi. Yusuf’u görünce: Aman üstümde kalmasın, Yusuf

Aga, sana selam getirdim! dedi. Yusuf bir sarardı. Içine dogmus garibin… Kimden? dedi. Hakkı güldü. Malın gözü imissin ya, Yusuf Aga, hiç senden ummazdım. Hiç de

fena karı degil! dedi. Sonra anlattı. Balıkesir’den gelirken Susurluk’ta bir handa kahve içiyorlarmıs. Bursa’dan Balıkesir’e giden bir kumpanyaya rastlamıslar. Sundan bundan

konusurlarken Hakkı’nın Orhangazili oldugunu, simdi de oraya gittigini duyan bir

karı: Aman, orda berber Yusuf vardır, tanır mısın? demis. Hakkı, Yusuf’u kim bilmez?

deyince, Yusuf’a benden çok selam et! demis. Adını da söylemeyip, sen selamımı

diyiver, o bilir! demis. Hakkı isin alayında, hem anlatıyor, hem gülüyordu. Ikide bir

Yusuf’un dizine vurup: Yaman adammıssın Yusuf Aga, karı durdu durdu sana selam

etti. Kamyona binip tozun topragın içinde kaçarken bile kafasını camdan uzatıp,

aman Yusuf’a selamımı unutma! diye bagırdı, diyordu. Yusuf sesini çıkarmadı. Ben Hakkı’nın tırasını bitirinceye kadar bir yeryüzüne,

bir gökyüzüne bakıp oturdu. Hakkı’nın arkasından, bir söz bile demeden çıktı,

dükkânına gidip kepenkleri indirdi, kapıyı kilitledi. Tekrar benim dükkânıma geldi.

Anahtarı uzatıp, al emmioglu, bu sende kalsın. Selamını aldım, gayri buralarda

duramam. Herhalde onu bulmalıyım! dedi. Aman Yusuf, etme Yusuf, demeye vakit kalmadan çekti gitti. Iste o gidis.”

Birbirine doladıgı uzun ve ince bacaklarını açtı, bana dogru uzattı. Kocaman ve ökçeleri basık ayakkaplarının burnu adeta diz kapaklarıma kadar geliyordu.

Düsünceli bir tavırla basını sallayarak:

‘’Çolugu çocugu ortada kaldı’’ dedi. ‘’Bu kadar sene karsıbe-karsı esnaflık ettik.

Aynı zanaatın ekmegini yedik. Onlara bakmak bize düstü artık!’’

Sonra, gözlerini karsı dükkâna dikti. Biraz düsündü. Hakikatleri oldugu gibi görmekten ve söylemekten hiçbir korkusu olmayan insanlara mahsus bir açıklıkla ilave etti:

“Hem Yusuf dükkânını kapatıp gidince onun müsterisi de bana kaldı.

Çocuklarının nasibi bana devroldu. Onların nafakası boynumuza borçtur.”

Söyleyecek bir söz bulamayarak etrafıma bakındım. Otelin önünden gelen motor sesleri otobüslerin geçmeye basladıgını haber veriyordu. Acele tıras parasını vererek sokaga fırladım. Içimde tuhaf bir utanma vardı. Güzel bir manzara için bir günlük itiyadımı degistirmek, bir gecelik rahatımı feda etmek, bana kaybedilmis bir alısveris gibi gelirken, bir kuru selamın arkasından basını alıp giden Yusuf’u ve onun, içinde kim bilir ne dünyalar yasayan, saçsız basını düsünüyordum.

Dört elle sarıldıgımız birçok kıymetlerin; ugrunda, sahici bir insan gibi kalbimiz ve kafamızla yasamayı feda ettigimiz binlerce sözde mühim seylerin ne kadar kolay fırlatılıp atılabilecegini bana ögreten Yusuf! Benden de sana selam olsun…

1940

Bütün Öyküleri II / Yapı Kredi Yayınları

ESKİ SOKAKLAR/SALİHA MALHUN


 
Seslendiren: Hasan Arda Eren

ESKİ SOKAKLAR

“Ol mâhiler ki, derya içredir, deryayı bilmezler”

Alev alev yanarak geçiyordu şehrin caddelerinden. Kimse görmüyordu yandığını, ne tuhaf… Arabalar, klakson sesleri… Hiçbir şey olduğu yerde değildi. O ise zamanın durduğu bir mahallesinde oturuyordu Bursa’nın. Eski ahşap konaklar, her geçişinde soruyorlardı:

“Hayat hâlâ devam ediyor mu?”

“Evet, hayat devam ediyor muhakkak, ama bize ne onlardan?” diyordu.

Adımları ağır aksaktı. Yorgundu… Çok yorgun…

Bu mahalle, her gece Bursa sokaklarında dervişleri ile gezen Üftâde Hazretleri’nin ayak izlerini taşıyordu hâlâ. Kaç kişi farkındaydı ki bunun? Kaldırım taşlarının esrarlı söyleşisini dinleyerek yürümeye devam ediyordu. Her sokak başında onu kucaklayan mezar taşları ile karşılaşıyordu.

Amber renkli bir taşın içinde yaşamaktır Bursa’da yaşamak. Her gece şehrin üzerinde beliren garip ışık, bu şehrin hâtıralarını çerçeveleyip, gölgelerini ıssız köşelere yığar.

Sokaklar seyreldikçe, hava soğuyup gölgeleri daha da uzatıyordu. Şehrin elleri tâ Uludağ’a kadar uzanmış, Mıgırdıç Usta ayak parmaklarının üzerinde, bakışları sonsuzluğa dikilmiş, kıpırdamadan duruyordu.

Altıparmak Caddesi, bir büyücünün parmakları gibi uzadıkça uzuyor, Fomara’yı, oradan Heykel’i ve oradan da bütün bir şehri bir sarmaşık gibi kuşatıyordu. Gün boyu şehrin üzerine atılan kirli kelimeler, gece melekleri tarafından süpürülüp göğün hunilerine boşaltılıyordu. Gece yolcuları cezbeli bir denize doğru limanlarından ayrılırken, kurtlar ve kuşlar yuvalarına çağrılıyorlardı.

Canının arkasından bakıyordu caddelere. Vitrinlerin ışıltısına inat, zaman durgun ve derin bir göl gibiydi şehrin üzerinde. Biraz dikkatlice bakılsa bu şehri büyüten aşkları görmek mümkündü o titrek suların dibinden.

Hayatın üzerine çöken sıradanlık her ne kadar örtse de gök şehrini, yine de tertemiz imgeler yansırdı bu şehrin şairlerinin yüzlerine, onlar isteseler de, istemeseler de…

Canının arkasından bakıyordu şehre. Gözleri gökyüzü gölünün dibini hüzünle tararken, dalgınlıkla kaldırımlarda yanından gelip geçenlere çarpıyordu.

Henüz başlamamış uzun bir öykü gibi hissediyordu kendini. Gökyüzü gölündeki imgeler yüzeye yansıdıkça, varlıkla yokluk arasında gidip geliyordu zihni.

Arap Şükrü Sokağı’na saptığında yaşlı bir kâhin gibi sokağın sonunda onu bekleyen havrayı gördü. Havranın biraz ilerisinde Seyyid Usûl Dergâhı bulunuyordu. Eski köşklerin önünden geçerken bacalarından tuhaf bir dumanın titreyerek gökyüzüne çıktığını fark etti.

Gökyüzü, bulutlar, yağmur, ağaçlar, toprak, taşlar ve eski evler, sokak kedileri, kuşlar, balıklar...

Eski Bursa köşkü ve tekkesi demek, haremlik ve selamlık demekti. Şeftali bahçelerinin, servilerin arasında kaybolmuş harabelerin belki de son içli bekçisiydi Mıgırdıç Usta. İçlerinde zamanın Seyyid Usûllerini, Emir Sultanlarını, Vahyî Efendilerini, Mehmet Şemseddin Mısrî Hazretlerini ağırlayan bu tekkeler, şimdi birer sükût mabetleri olmuş, hayatın ortasında gizli kalp gibi atıp duruyorlardı.

Gerçi eski yapılardaki bu bakımsızlık ve sefalet, ahşap mekânları yabani otlar gibi kucaklamıştı. Mıgırdıç Usta, bütün bu eski ahşap yapıların yıkılmaya yüz tutmuş hâllerini gördükçe sonsuz bir elem duyuyordu içinde.

Kurnaları kırılmış o eski çeşme başında şifa bulmaları için şefkatli elleriyle okşuyordu onları Mıgırdıç Usta. Keşke… Keşke şu eşyaları kaldırılmış köşkleri ve tekkeleri doğru dürüst restore etselerdi. Hasırları eskimiş de olsa, sofaları birbirinden ayıran o yavan basamaklar çürümeye yüz tutmuş da olsa, onları yeni mobilya ve dekorasyonla destekleyip bir çöpünün dahi atılmasına mâni olunsaydı...

Bursa Büyüksehir Belediyesi Kitaplıgı / Öykülerde Bursa Proje Koordinatörleri / Aziz Elbas, Ahmet Erdönmez Proje Yürütücüsü / Bursa Arastırmaları Merkezi www.bursaarastirmalarimerkezi.org Yayına Hazırlayan / Mustafa Baspınar

NEVRES ABİ/ŞAFAK PALA

 

Seslendiren: Rabia Küçükaslan

Bizim oraların havası serttir. Hem havası hem de yaşamı. Herkes ayrı bir roman yazar, kendi kalemiyle. Bizim oraların insanlarının aslında roman yazmaya hiç de merakları yoktur. Ama hepsi bir roman tadında yaşamaları gerektiğini öğrenmişlerdir büyüklerinden. Hepsi de öyle yaşarlar ve fark etmeden yazılır onların romanları.

Benim oyun arkadaşımdı Nevres Abi. Düğünlerde bordo gömlekler giyerdi. Bordo gömlek, üst kısmı vücuduna tam oturan, paçaları bol siyah pantolon ve önleri sivri, pırıl pırıl boyalı, siyah ayakkabılar... O vücuduna yapışan pantolonunun belinde de hep ince, siyah bir kemer olurdu.

Bizim oraların insanları havayı çok sever. Gösterişli arabalar içinde, tiril tiril takımlar giymiş delikanlılar, akın akın düğün alanlarına düşer. Bellerindeki tabancaların markası önemlidir. Ama ulu orta çıkmaz tabancalar bellerden. Oyunlar, insanın içini kıpırdatan delikanlı ve genç kızların şerefine ya da büyükler oynarken keten ceketlerin düğmeleri usulca çözülür ve tabancalar çıkarılır ortaya. Farklı oldukları seslerinden anlaşılan bir sürü tabanca ve tabancaları kullanan farklı kişiler... Aslında bu farklılıklar hep bir yarış, hep bir iddia içindir.

Nevres Abi'yi ben hiç tabanca atarken görmedim. Zaten onun tabancası da yoktu. Ama çok güzel oynardı. Başkaları bunun farkında mıydı? Çoğu kişinin bunu fark ettiğini bile sanmıyorum. Ancak gönül gözüyle bakanlar görürlerdi ondaki bu meziyeti. İspanyol dansçılarına benzerdi. Upuzun bir yüz, sivri bir çene, sivri bir burun... Ve omzuna kadar inen simsiyah saçları vardı. Oynarken başını hafif yana eğer, ellerini arkasında birleştirirdi. Oyunundaki tek sertlik ayak hareketlerinde olurdu. Aslında ayak hareketlerini de pek sert yapmazdı ama o sivri burunlu, hafif topuklu, gıcırgıcır pabuçlar ister istemez Nevres Abi'nin oyununu sertleştirirdi. Diğer usta oyuncular keskin el hareketleri ve sert bakışlarla ortalarda süzülürdü. O ise oyununu oynar ve kenara çekilirdi.

Ben ne zaman oyun alanında bordo gömlekli, kendisi de kıyafeti de simsiyah, orta boylu bir adam görsem, fırlardım ortalara on yedi yaşımın bütün saflığıyla. Çünkü açıkçası o zamanlar ben, havalı oyuncuların havalarıyla meydanda uçuşacak bir yürek taşımıyordum. O ise oynamayı yeni öğrenen kırmızı yanaklı genç kızın oyununu ustalaştırırdı ağır abi olarak.

Bizim oralar buralara hiç benzemez. Kimlik önemlidir örneğin. Aile adınla anılırsın ömür boyu. Lakap gibi bir şey değil bu. Soyadı gibi bile değil. Aile adı seni doğduğun andan itibaren şanslı yapar ya da diğerlerinin iki adım arkasından başlatır yaşama. O zaman, aile adını yükseltecek olan sensindir. Hani demiştim ya biz havayı severiz diye. İşte ya bir yiğitlik göstereceksin, ya zengin olacaksın, ya da bütün ailen okuyacak o adı yükseklere taşımak için. Yine de kimliğin hep senin arkandan gelir ama neyse...

Nevres Abi'nin aile adı yüksekti yüksek olmasına ama, iki üç kuşaktır yoksullaşmışlardı ve bir tek yakınları bile kalmamıştı köyde. Kendisi, kız kardeşi ve yaşlı ana babasıyla yaşıp gidiyorlardı. Yoksulluk, işsizlik canına tak etmişti. Yorgundu, gergindi, yaşamından hoşnut değildi...

Bursa Büyüksehir Belediyesi Kitaplıgı / Öykülerde Bursa Proje Koordinatörleri / Aziz Elbas, Ahmet Erdönmez Proje Yürütücüsü / Bursa Arastırmaları Merkezi www.bursaarastirmalarimerkezi.org Yayına Hazırlayan / Mustafa Baspınar

YILDIRIM'IN HUZURUNDA/NURETTİN TOPÇU

YILDIRIM’IN HUZURUNDA


Ruhlarımızın önünde yürüyen o büyük varlığı kaybettim. Acılarım, zamanın ve kaderin kollarıyla kucaklanmayacak kadar engindi. Onun, bende şimdi muamma olan son bakışında melek masumluğu ile ilâhi bir emir birleşmiş gibiydi. Hicap ile ihtarın bir bakışta böyle birleştiğini ömrümde görmemiştim. Peygamberâne sakalının üstünde namütenahiye kolayca dalan mavi gözler de kapandıktan sonra sahipsiz kalmıştım. Sanki hakikat ve aşk âleminden atılmış da gölgeler ve yoksul mücrimler dünyasına sığınmıştım. Başım, bir taş ocağından alınmış iri bir parça gibi gövdemin üstüne yüklenmişti. Ve bir gece karanlığında ben bu ümitsiz baş, lüzumsuz gövde ile her tarafı kapalı bir arabanın içinde sürükleniyordum. Serden ve ıztıraptan yapılmış bir insanlığın üstüme çöken ağırlığı altında bunalıyor, boğuluyordum. Ben sürünüyordum, araba yürüyordu. Yolumuz Bursa’ya çıkacaktı. Sabaha karşı katı karanlıkta arabanın dar kapısından inerek toprağa ayak bastım. Arza temas beni ürpertti. Toprağın küf ve nur kokulu havası içinde vücuduma bir ürperme geldi. Bana birçok melekler dokunuyorlarmış gibi ürperiyordum. Şu anda kirli ve yaralı derimden soyuluyor da, kurtarıcı Allah eliyle, aradığım sevgilinin sanatıyla yeniden yaratılıyormuş gibi ürperiyordum. Ürpertici vahye Tûr’dan bir seda geldi; Hîra’dan bir nida geldi. Henüz karanlıkta yatan Bursa’nın minarelerinden birinde sabah ezanı okunuyordu. Dirilen kurtarıcı ölüler gibi ruhuma sarılan bu müjdeye şükretmek için yeryüzüne kapanmak ihtiyacını duyuyordum. Sevinçten ağlamaya, secdelere kapanmaya davetliydim. Müjdesini kendinde taşıyan bu davet, hiç şüphe etmiyordum ki Allah’tan geliyordu. Bu dilin tercümeye, temine ihtiyacı yoktu. İlim ve aklın da bunda hissesi olamazdı. Zira Allah’la buluşuyordum. Bursa’nın, sanki ebedî sükûn içinde, yaradılışın ilk günündeki hayalini muhafaza eden ve beni her adımımda o ilk yaradılış gününün anlatılmaz sevinciyle yıkayan havasını incitmekten korka korka Ulu Cami’nin tâ yanına yürüdüm. Kapının dışındaki basamakların yanında bulunan muslukta abdest aldım. Yarı aydınlıkta pırıldayan su ile vücudumu, içerimde yaratıcı bir nur gibi dolaşan gözyaşlarımla benliğimi yıkadım.

Dünyanın ilk kurulduğu gün, ilk insanın ilk abdestini alıyor gibiydim; o kadar sevinçliydim. Ulu Cami sanki kovulduğum cennetti; şimdi beni affedip alıyordu. O, Allah evinin kapısı mıydı? Sevginin sunduğu anlaşılamaz bir cesaretle Allah’a açılan iç kapıya, mihraba kadar ilerledim. Mihrabın yanı başında küçücük bir saf halinde namaz kılındı. Nur içinde yıkandık. Meleklere kavuştuk. Peygamberlerin huzuruna yükseldik. Allah’ın bağrına basıldık. Sonra dua edildi; eller açıldı. Açılan eller göklere kavuştu. Bunların hepsi sessiz, sadasız yapılıyordu. Gözyaşlarımızın yıkayacağı günah kalmamıştı ki aksınlar. Bu halde ne kadar kaldım, bilmiyorum; kısa bir ân mı? Yoksa yıllarca mı? Anlayamadım. Ancak bunu unutan ve yolunu şaşıran bir yaş seli boşanmak için içimden gözlerime saldırdığı zaman kendimi tutamadım; ellerimi göklerden yeryüzüne çektim. Huzura kavuşmuş olan isyana teslim oldum. Benliğim taşmak istiyordu; zira taşarcasına seviyordu. Gördüğüm huzura göz diktim. “Ya Rab,” dedim, “acılarım beni bırakmıyor; huzurunda da taciz ediyor. Bana beşaret yetmez, emanet istiyorum. Nedir bu halim?” Önce korkutan, ezen bir sükût; sonra bütün havayı dolduran keskin, sert bir nida camiyi çınlattı: “Ne istiyorsun?”

Sımsıkı sarıldığım varlığı terk etmek imkânsızdı; barındığım sevdadan vazgeçmek imkânsızdı. “Aman ya Rab,” dedim, “beni affet, kulların yolunu kaybetti. Bana izin ver, bana irade ver; benimle mukaveleyi kabul et. Ben yeryüzünde rahat uyuyan kullarından olma nasibini kaybettim. Sen kapını açmazsan, bana arz ile ulûhiyetin arasında barınacak başka yer göster. Arzda uyuyamıyorum, sensiz duramıyorum. Beni gurbette barındırma!”

Gözyaşlarım âsi bir cereyana tutulmuştu. İradem yuvarlanmıştı. Hıçkırıyordum: “Ya Rab! Aç kapını diyorum; buraya kadar tırmandım, beni reddetme!” İlâhi nida, bütün caminin ışıklarından, duvarlarından, havasından sızarak tam bir vuzuhla kulaklarıma doldu: “Git ecdadına sor, Murad’a ve Yıldırım Han’a danış, sen onlarla konuşabilirsin.” Kendime geldim. Rabbimden af dileyerek sanki bir melek kanadında, güneşin ilk nurları altında uyuyan Bursa’nın üstünde uçarak Çekirge’ye gelmişim. Hüdavendigâr’ın huzuruna çıkacaktım. Bir beşiği andıran türbenin penceresinden içeriye baktım. Hüdavendigâr’ın yüzüne bir perde çekilmişti. “Büyük atam!” diye haykırdım, “neden utandın da ziyaretçilerinden yüzünü sakladın? Bedbaht evlâdından kurtarıcı nazarlarını neden esirgedin?”

(...)