6 Mart 2025 Perşembe

BURSA'YA DAİR RİVAYETLER/SÖYLENCELER

 Rivayet odur ki…/Bursa efsaneleri



Hayal gücünden doğar, ağızdan ağıza şekillenir, kulaktan kulağa aktarılır efsaneler… Çok çok eski zamanlara, pek muhterem zatlara dayanır, nesilden nesile ulaşırlar. İnsanlığın ilk gününden bu yana anlatılır durur türlü hikâyeler… Bursa’nın da nasibini aldığı nice söylenceler…

Evliyalarıyla ünlü Bursa’nın, en eski zamanlarından bu yana anlatılan öyle çok efsanesi var ki… Karagöz ve Hacivat’tan tutun da dillere destan, dünyaca bilinen hamamlarına kadar ulaşır bu söylenceler. Şehrin nasıl kurulduğu, semtlerinin adının nereden geldiği, vakt-i zamanında Bursa’da yaşayan kişilerin kente kattıkları, tarihi yapılarının gizemleri gibi bilgiler hep bu söylencelerde gizlidir. Bazıları, yaşlı genç herkes tarafından anlatılır, söylenir de bazıları az bilinir, daha az dillendirilir.

Oğuz Destanı, Ergenekon Destanı gibi en bilinen Türk efsaneleri, tanrıların hikâyeleriyle dolu Yunan mitleri; günümüze belli tarihlerde kutlanan bayramlar, festivaller olarak yansımış Hint efsaneleri ve daha niceleri… Yeryüzünde var olan her milletin kendine has efsaneleriyle dolu tarihleri… Kâinatın nasıl var olduğunu da bulursunuz bu efsanelerde, insanın nasıl yaratıldığını da… Günümüze kadar ulaşan batıl inançların kaynağı da olabilirler, milli kutlamaların ya da yasların kaynağı da… Belki ülkelerindeki egemenliklerini korumak isteyen kralların, sultanların, halklarını korkutmak için anlattıkları belki de mucizelere inanmak isteyen insanların uydurdukları hikâyeler… Kim bilir, belki de tamamen gerçekler…

Süleyman’ın mührü, Belkıs’ın cenneti  

Derler ki; vaktiyle her Süleyman’dan içeri bir “Hazreti Süleyman” varmış. Alnında Peygamberlik nuru, başında hükümdarlık tacı yanarmış. Allah ona “Mühr-ü Süleyman” denen, tılsımlı bir mühür ihsan etmiş. Bu sayede dağa taşa hükmeder olmuş. Oturduğu taht ne altın ne fildişi; ya cin ya peri işi tahtırevanmış. Böylece dünyanın dört bir yanını dolaşarak ağlayanla ağlar, gülenle gülermiş. Günlerden bir gün tahtına kurulmuş; sağ vezirini sağ tarafına, sol vezirini sol tarafına alarak havalanmış. Gökler, dağlar eğim eğim eğilmiş, yollar erim erim erimiş. Göz açıp kapayıncaya kadar varmış dağların dağı Uludağ’ın tepeciğine. Bir bakmış ki bu dağın bir kanadı ses, bir kanadı renk, bir kanadı su, bir kanadı ışık… “Yaratan neler yaratıyor” demiş. Sağına dönmüş sağ vezirine “A vezirim sen çok gezdin, çok gördün. Bakınca, bu yerleri nasıl buluyorsun?” diye sormuş. Sağ vezir “Ey benim sultanım efendim, Allah her güzelliği buraya vermiş ama bunları görüp duyacak, derleyip koklayacak biri olmadıktan sonra neye yarar?” deyince, Hazreti Süleyman bu söze mührünü basmış. Sol vezirine dönüp “A benim vezirim, sen çok gördün çok yaşadın. Dünyada bu güzellikten üstün bir güzellik var mı?” diye sormuş. Sol vezir de “Var sultanım var. Öyle dal dal ötüşen kuşların sesi güzeldir ama gönül yaylasını saran insan sesi daha güzeldir. Su pırıl pırıl, gökyüzü güzeldir ama hiçbiri ayın on dördü sultan gibi ay ile bahsedip gün ile doğamaz” demiş.

Hazreti Süleyman, bu söze de mührünü basmış. Son sözü kendi alıp “Ey benim vezirlerim bu yerlerin bir insan eksiği var dediğiniz gibi bu güzellikleri görüp duyacak biri olsaydı böyle kaybolup gitmezdi, bu bir. Üstelik bunlara her güzellikten üstün insan güzelliği katılırdı, bu iki. Şimdi siz de benim bu sözüme bir mim koyarsınız; şu yaylaları yurt edinelim, saray yaptıralım, köşkü beraber içinde bahçesi, suyu beraber… Bu saraya güzeller güzeli Belkıs’ın tahtını kuralım, bu bahçeye de dilediği gülü, bülbülü konduralım” demiş. Vezirler mim koymaya kalmadan bir taş, dile gelip “Belkıs, Belkıs” diye inim inim inlemiş. Hazreti Süleyman o saatten tezi yok perilerini başına toplayarak konuşacakken perilerden biri niyetini anlamış. Başlamış anlatmaya: “Ya Süleyman; ‘Can Kavmi’ denilen bir kavim buralara bir şehir kurmuş ama “Cin” kavmi denen bir kavim de bu şehre göz koymuş. Bin yıl dövüştüler, sonu ne onlara kaldı ne bunlara. Tufan gelip sular altında bıraktı şehri. İşte bu dağın eteğinde gördüğün göller göl değil, tufanda göllenip kalmış sudur. O şehir de sözüm ona bu göllerden birinin altında yatıp duruyor”. Hazreti Süleyman bunları duyunca Mühr-ü Süleyman’ı basmış. Vezirler de birer mim koymuşlar söze. Bunun üzerine su perileri sulara dalmış, suları boşaltıp can şehrini çıkartmışlar. Dağ perileri dağlara tırmanıp getirecekleri kadar mermer taş, mermer direk, bir saray kurmuşlar. Onlar köşkü ile, bahçesi ile, suyu ile periler uğraşırken; Hazreti Süleyman, kuşun kanadında dört bir yana haber gönderip cümle ela gözlülere “buyur” etmiş. Nerede var, nerede yok ela gözlüler de gelmiş bu şehre yerleşmiş. Belkıs Sultan da varmış sarayına, tahtına kurulmuş. Şehir de şehir olmuş. Sağ vezir sağ gözüyle görmüş. “Cennet burası” demiş. Meğer sol vezirin kulağı biraz ağır işitirmiş. Sağ vezirin sözünü “Cennet Bursa” anlamasın mı? O gün bugün bu şehrin adı “Bursa” kalmış.

Birinci Murat’ın sırrı

Söylenceye göre Murat Hüdavendigar, yaptırdığı caminin inşaatında işçi olarak çalışmış. O tarihlerde de Sırp kralı elçisini Bursa’ya göndermiş. Elçi, Murat Hüdavendigar’ı, inşaatta çalışırken bulmuş ve ona Sırp Kralı tarafından gönderildiğini, kralının savaş istediğini söylemiş. Padişah sinirlenerek “Bana bakın, ben burada Allah’ın evini yaptırıyorum, bu inşaat bitmeden beni harbe mecbur kılmayın, aksi halde kralının iki gözünü çıkartırım” demiş. Bunları söylerken iki parmağını da havada sallamış. Ülkesine dönen elçi, kralına bu haberi vermek için saraya dönünce, kralın iki gözünün de çıkartıldığını ve yüzünde harç izleri olduğunu görmüş.

1. Murad Han

Beyaz atlı savaşçı

Anlatılan o ki; zamanın birinde Yıldırım Beyazıd savaşa gitmiş. Yıldırım Beyazıd’ın damadı olan Emir Sultan ise Bursa’dan ayrılmamış. Bu duruma Yıldırım Beyazıt’ın karısı ve Emir Sultan’ın kızı çok içerlenmiş. Hatta karısı, Emir Sultan’a “Sana yakışıyor mu? Babam harp meydanında savaşıyor, sen buradasın” diye isyan etmiş. Emir Sultan da “Hanım bizim harbe gidecek zamanımız henüz gelmedi. Allah kısmet eder, izin verirse, o zaman da gelecek.” diye karşılık vermiş. Birkaç gün sonra çadırında otururken çadırın bir ucunu kaldıran Emir Sultan, karısına savaş meydanını göstermiş. Bakmışlar ki Yıldırım Beyazıd ayağından yaralanmış. Ordusu da yenilmek üzere, Emir Sultan karısına “Şimdi Allah’ın izniyle babana yardıma gidiyorum” diyerek hanımının başörtüsünü almış ve ortadan kaybolmuş. Bu sırada savaş meydanın da beyaz bir atlı belirmiş. Beyaz atlı savaşçı, önüne çıkan düşmanı perişan etmiş. Kaybedilmek üzere olan savaş zaferle sonuçlanmış. Emir Sultan, evden çıkarken karısının başından aldığı çevreyi de Yıldırım Beyazıd’ın ayağına sarmış ve ortadan kaybolmuş. Zafer dönüşü Bursa’ya gelen Yıldırım Beyazıd, ilk iş olarak damadı Emir Sultan’ı huzuruna çağırmış. Hiddetle “Ben senin gibi karısının koynundan çıkmayan zavallı bir damat istemiyorum. Benim damadım halk meydanında düşmanı perişan eden o beyaz atlı gibi bir yiğit olmalıydı.” demiş. Emir Sultan, af dilemekle yetinip, beyaz atlının kendisi olduğunu açıklamamış. Orada bulunan Hundi Hatun, babasının bacağına sarılı olan örtüyü hemen tanımış. “Hayır baba! Bacağınızdaki çevreye bakın, o benim çevrem” demiş. Padişah bacağındaki çevrenin kızına ait olduğunu öğrenince kendisine yardım edenin Emir Sultan olduğunu anlamış.

Yıldırım Bayezid Han

Bir atlarsın Çekirge, iki atlarsın Çekirge…

Seslendiren: Doruk Yıldız                                   


Efsane bu ya; bir zamanlar Bursa’da “Çekirge” adında fakir bir adam yaşarmış. Bu adamcağız, sabahtan akşama kadar hamam kapısının önünde bekler, sadaka dilenirmiş. Günün birinde hamamda kadınlardan biri küpelerini kaybetmiş. Bütün hamam telaşla kadının küpelerini aramaya başlamış. Çekirge, kadına “Yıkandığın kurnanın yanında ufak bir delik var, dökülen saçlarına sarılı olarak küpelerin orada durmaktadır” demiş. Hamamdaki bütün kadınlar büyük bir heyecanla koşmuşlar, Çekirge’nin dediği yerde küpeleri bulmuşlar. Bu olaydan sonra herkes ona gelecekle ilgili sorular sormaya başlamış. Zamanla ünü o kadar yayılmış ki bu ün Sultan Murad’ın kulağına gitmiş. Padişahın huzuruna getirilen Çekirge, kendisine sorulan iki soruya mükemmelen cevap vermiş. Sıra üçüncü soruya gelince Sultan Murad, kapalı olan elini ona doğru uzatıp “Söyle bakalım elimde ne var?” diye sormuş. Böyle bir soru beklemeyen adam bir süre düşünmüş ve çaresizliğe düşerek “Bir atlarsın Çekirge, iki atlarsın Çekirge…” derken padişah elini açmış ve elinden bir çekirge atlamış. Bu olaydan sonra kendisine Çekirge Sultan lakabı verilmiş ve padişahın baş müneccimi tayin edilmiş.

Yeni Kaplıca, Kükürtlü, 1890


Bursalıların “iyi” bildiği…

Bir söylenceye göre; günümüzde kullanılan kaplıcalardan olan Karamustafa Kaplıcası’nın adı, Bursa’da yaşayan, çok sevilen, iyi tanınan ve iyi bilinen yaşlı bir zattan emanetmiş. Adı “Kara Mustafa Sultan”ın olan bu zat; aksakallı, evliya kişilikli bir adamcağızmış. Son derece iyi bir insan olarak bilinen ve anlatılan bu kişiden hiç kimseye kötülük gelmezmiş. Hatta söylenen o ki; ondan bir ricası olan insanlara da elinden geldiği kadar yardım etmeye çalışırmış. Kaplıcada adak adayanlar ve dileği gerçekleşenler daha sonra hamamı kapatır, kendi komşu akraba ve tanıdıklarını hamama götürürmüş.

Gönül alan hatıra

Rivayet odur ki; 6 Nisan 1326 yılında Bursa’nın fethinden sonra devletin ileri gelenleri Orhan Gazi’nin huzuruna varıp, başarısından dolayı kendisini tebrik ederlermiş. Onu kutlayanlar arasında Baba Sultan’ın (Geyikli Baba) olmayışını fark eden Orhan Gazi bu duruma çok üzülmüş. Orhan Gazi’nin üzüldüğünün haberini alan Baba Sultan da zaferi kutlamak için sırtına bir kavak fidanı alıp çıkmış yola. Gitmiş, o fidanı, Osmanlı ordularının şehre girdikleri yere dikmiş. Derler ki o fidan; bugün Bursa Hisar içi olarak bilinen bölgedeki Kavaklı Caddesi üzerinde, Kavaklı Cami’sinin hemen önünde bulunan ağaçmış.

Rivayet odur ki…/Bursa efsaneleri

Kaynak: Bursa İl ve Kültür Turizm Müdürlüğü

Fotoğraflar https://www.dergibursa.com.tr/rivayet-odur-ki-bursa-efsaneleri/ adlı yazıdan alınmıştır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder